11 Ocak 2010 Pazartesi

Mavi Kadife'ye Kayıtsız Kalınmamalı


Mavi gibi sıcak ve kadife gibi göz alıcı bir dünyanın kapıları ardına kadar aralanıyor, yıldızlar altında ki gözyaşları arasında. Gökyüzünkinden daha mavi ve gözlerin derin maviliğinden daha da anlamlı bir film şekilleniyor, akılda yer ediniyordu. Büyüleyen bir ses ile ve insanın içini ısıtan tonu ile , “ blue velvet” in mısralarında.Kırmızı gülleri ve sarı çiçekleri karşılıyor, mavinin kadife yollarında bizleri. Kulağımızda, bir yandan şiir gibi bir şarkı yankılanıyor, biraz hüzünlü ve biraz buğulu iz bırakıyordu gözlerimizin derinliklerine. Huzurlu bir yaşam seriliyor önümüzde. Mutlu bir kent yaşamı ve güzelliklerin yer edindiği ilk girişiyle “lynch” , seyirciği koltuğunda rahatlatıyor ve de kulaklara dolan müzik eşliğinde kendinden geçmesini sağlıyor.

Bu, ilerleyen dakikalarda yerini, mutsuzluğa ve çaresizliğe bırakarak bir tezat oluşturuyor.Aniden karşımızda bir kulak beliriyor. Ve işte, bu “ lynch”nin filmi dedirten, aklımızda soru işaretleri belirmesine neden oluyor. Başlıyor buradan, şüphe tohumları serpilmeye içimize ve gözlerinde gerçeğin izini süren bir genç beliriyor, dedektifin önünde. “ jeffrey” buluyor kendini, bulmaca misali bir giz yumağının içinde. Tek bir amacı var o da, aramak kulağın sahibini her yerde. Yolu, bir şarkıcının huzuruna çıkartıyor onu, gecenin mavi sessizliğinde ve şahidi oluyor deliliğin yanık rengine. Gözlerinde nefret ve dilinde öfkeyle, mavi kadifeden bir bez parçası tutan “ frank” beliriyor, odanın içinde. Kıvranıyor kadın umutsuz, dalgalı saçlarında ve yalvaran bakışlarından süzülüyor, mavi göz yaşları. Tıpkı şarkıdaki gibi, gökyüzünden daha mavi ve yıldızların ışığından daha parla bir dünya istiyor ama ellerinin arasından kayıyor, göz kapaklarından süzülen yaşlar gibi umudu. “ frank”in kollarında buluyor şiddeti ve mutsuzluğu.gerçeği kaplayan, sisli görünüşün ardındaki gökyüzü beliriyor, “ dorothy”nin kırılgan bakışlarından süzülen ve sesiyle kaynaşarak, bizi büyüleyen maviliğin arasından . Ve yaklaştıkça film gerçeğe, izi sürülen, karanlığın derinliklerinden çıkıyor gün yüzüne, öyle sert ve bir o kadar da delice. Kuşkular artık sonlanıyor, beraberinde sonlanan hayatlarla birlikte.


Yaşanan acılar, özlem dolu kucaklaşmayla son buluyor. Kırmızıdan güller ve sarı çiçekler beliriyor, aynı güzellikteki “ blue velvet”in eşliğinde ve içimizde yeşeren sevgiyle gözlerimizden süzülüyor, bizi ısıtan dokumuşunda ve göz kamaştıran alıcılığıyla, “ mavi kadife “.“ david lynch”nin bu, izleyiciyi saran ve onu hüzünlendiren filminde, olaylar hiç beklenmedik bir biçimde gelişmekte. Başlardaki dram yüklü sahneler, ilerleyen karelerde yerini tutku ve gerilime terk etmekte. “ lynch” bu filminde, iler ki filmlerine alıştırma yapar mahiyette, soyut bir anlatımın ilk haberini vermek niyetiyle, aralara serpiştirdiği ve rüya ile gerçeklik arasında izleyiciyi şaşırtan yansımalar kullanmayı tercih etmekte. Filmi kaplayan karanlık atmosfer, “ film noir” tarzını ustalıkla içeriyor. Öznesine aldığı “ kesik bir kulaktan “ hareketle gelişen ve gittikçe filmin bütününe yayılan karmaşık ve bir o kadarda, ölümcül dokunuşlarla izleyiciyi sersemleten film, gerek kurgulanışıyla ve gerekse de senaryosundaki bütünlükle sağlam bir yapıya bürünerek etkinlik kazanıyor. Oyunculuklardaki tutarlılık, özellikle “ dennis hopper “ ın hayat verdiği psikopat “ frank” tiplemesinde bizi bir hayli tatmin ediyor. sönüyor ışığı yıldızın , kayıp giderken gözlerinin içine, ansızın kaldırıyor kollarını, yakalamak istercesine o anı ama kırmızı dudaktan dökülen sözcüklerin yası, dokunamadan solduruyor derinlere kazınmış kalbinin atışını ve bizlere yaşatıyor “ david lynch”, “ blue velvet “ in sıcak ve göz kamaştırıcı alıcılığını.

Bu sıcaklığı yaşamak için “ blue velvet “ e kayıtsız kalınmamalı.




1 yorum:

  1. deneme denemedenemedenemedenemedenemedenemedenemedenemedenemedenemedeneme
    There is a division in our world between good and evil, between
    spirituality and pragmatism. Our human world is constructed,
    modelled, according to material laws, for man has given his society
    the forms of dead matter, and taken its laws upon himself.
    Therefore he does not believe in spirit and repudiates God. Hefeeds
    on bread alone. How can he see spirit, miracle, God, if from
    his standpoint they have no place in the structure, if they are
    redundant. And yet, there occur sudden miraculous happenings
    even within the empirical order: in physics for example. And, as we
    know, the great majority of outstanding contemporary physicists
    do, for some reason, believe in God.
    I once talked to the late Soviet physicist Landau on this subject.
    The setting was a shingle beach in the Crimea.
    'What do you think,' I asked, 'does God exist or not?'
    There followed a pause of some three minutes. Then he looked
    at me helplessly.
    'I think so.'
    At the time I was simply a sunburnt young boy, entirely
    unknown, son of the distinguished poet Arseniy Tarkovsky: a
    nobody, merely a son. It was the first and last time I saw Landau, a
    single, chance meeting; hence such candour on the part of the
    Soviet Nobel Prize winner.
    Has man any hope of survival in the face of all the patent signs of
    impending apocalyptic silence? Perhaps an answer to that question
    is to be found in the legend of the endurance of the parched tree,
    deprived of the water of life, on which I based this film, and which
    has such a crucial place in my artistic biography. The monk, step
    by step and bucket by bucket, carried water up the hill to water the
    dry tree, believing implicitly that his act was necessary, and never
    for an instant wavering in his belief in the miraculous power of his
    own faith in God. He lived to see the Miracle: one morning the tree
    burst into life, its branches covered with young leaves. And that
    'miracle' is surely no more than the truth

    YanıtlaSil