1 Kasım 2010 Pazartesi

Christopher Nolan




Memento ve İnception'un yönetmenliği ve senaristliğini yapmış Christopher Nolan her iki filmindede karakterlerin devamlı olarak psikolojik halini ekrana sezdiriyor.
Bu her iki filmdede müthiş bir kurguyla yazılmış senaryolar seyircinin filme devamlı olarak bağlı kalmasını sağlıyor.

Klasik senaryolar dışında Memento'da filmi sonundan başlayarak anlatan Nolan, İnception'da ise film içinde adeta 3-4 film çekiyor ve izleyicisini düşündürmeye,
düşündürürkende filme çekmeyi başarıyor. Zeka ve yaratıcılık yönünden ileri seviyede olan bu filmlerde kuşku yok ki başrolü sahnedeki oyuncular değilde Christopher Nolan
oynuyor. Henüz çok genç yaşına rağmen çok önemli filmlere imza atmış olan Nolan ileride daha da büyük bir efsane yönetmen olması bekleniyor.

Özellikle senaryolarında tek düzelikten öte ,çok özgün olması onu diğerleri arasından sıyrılmasını sağlıyor.

Kaybedenler Kulübü Radyo Kayıtları




Pek yakında filmi gösterime giricek olan "kaybedenler kulübünün" fikir babası olan kaybedenler kulübü radyo kayıtlarına bu başlık altında ulaşabilirsiniz.

Kaybedenler kulübü Kaan Çaydamlı ve Mete Avunduk'un Kent Fm'de yayında olan ve kaybedenlerin abonesi olduğu tam anlamıyla kült olarak tanımlanabilicek bir
programdır.

Bu linkten radyo kayıtlarının bazılarına ulaşabilirsiniz. Benim için efsane olanı ise bir programda İmf yetkililerine ana avrat sövülmesi =)


http://www.mediafire.com/?sharekey=3e7638925445419191b20cc0d07ba4d25fe710745d32c9dc

26 Ekim 2010 Salı

Empyrium - The Days Before Fall (Empyrium Yine Yeniden)




Çok kaliteli müzik yapmalarına rağmen pek kimse tarafından bilinmeyen Empyrium tekrardan birleşme kararı alaraktan yeni albümleriyle piyasada olacaklar. Albüm The Days Before Fall 29 Ekim tarihinde Prophecy Productions aracılığıyla çıkıcak. Empyrium aşırı derecede melankoli içeren, senfonik dark metal grubudur. Dinlerken ruhunuzu söküp uzak diyarlara götürecek yeni şarkılar yapıcağına eminim. Yeni albümlerinden albümünde adını taşıyan The Days Before Fall şimdi sizlerler olacak.

Son olarak öneri Empyrium yağmurlu yada bulutlu, bol alkollü, bol melankolik ortamda dinlenir. Dinlerken kesici ve yanıcı aletlerden uzak durunuz =) Bol Empyrium'lu günler.

16 Ekim 2010 Cumartesi

Bağımlılık Ağıttır - Requiem for a Dream




Requiem for a Dream toplumun 90'lar sonrası dejenere olmasını bir yumruk gibi suratımıza vuran bir yapım.Aile hayatındaki kopukluklar ve bunun getireceği olumsuz hayat anlayışı, en önemliside bağımlılığın tüyler ürperten iğrençliği gözler önüne serilmektedir.

Günümüzde de hala devam ettiği gibi televizyon kültürünün insan yapısını yaralayıcı programlar yapması başlıca konulardan birisi. Yarışmalar düzenleyerek insanları hayal dünyasının derinliklerine göndermesi, o toplumu gerçek hayattan uzaklaştırması bu filmde görebileceğimiz olaylardan birisi.
Toplumu televizyon yoluyla sadece kar elde etmek amacıyla bir kobay gibi kullanarak onun hiç işine yaramayacak kavramlara yönlendirmek, psikolojisini bozmak
suretiyle hastalıklı birer birey haline getirmek "bir rüya için ağıt" söyletmek bu kültürün içerisindedir.

Filmde görebileceğimiz başka bir önemli olay ise madde bağımlılığı üzerinedir. Madde bağımlılığının giderek yükselmesi bunun sonucu toplumdaki ahlak anlayışının yok olması, uyuyşturucu alabilmek için bedenlerin satılması toplumsal ahlakın önemini film boyunca tüylerimizi kimi zaman bizleri ürperterek göstermektedir.

Bağımlılık kelimesi günümüzde sadece uyuşturucu bağımlılığı olarak ön görümüzde yer edindiğinden diğer bağımlılıkları yok saymaktayız. Bir televizyonda bağımlılığa girmekte, zayıf olmasına rağmen aşırı zayıflama isteğide bir bağımlılık türüne örnek olarak verilmelidir.

Dram, suç konulu Requiem for a Dream aslında biraz düşündüğümüzde güvenli saydığımız dünyamızda bağımlılığa her an bir adım atabilirmişiz yada o bağımlılığın içinde olduğumuzu izleyicisine hissettiriyor.

Filmin yönetmenliğini Darren Aronofsky yapıyor anlatım dili olarak klasik dram filmlerinden farklı ve izleyiciyi başarıyla rahatsız ediliyor.

15 Eylül 2010 Çarşamba

1984 - Orwell

Öfke ve umutsuzluk taşıyan bir haykırıştı, bir çanın titreşmesi gibi uzayıp giden, derin bir a-a-a-ah iniltisiydi. Yüreği oynamıştı. İşte başladı, diye düşünmüştü. Bir İsyan!! Proleterler sonunda dizginlerinden boşanıyorlar.. Ses, açıkta kurulmuş bir pazaryerinden geliyordu. Oraya vardığında, yüzleri, batmakta olan bir gemide tutukluymuş gibi hüzünlü, iki-üç yüz kişilik kadın kalabalığını gördü. O anda genel umutsuzluk, tek tek kavgalara dönüşmüştü. Tezgahlardan birisinde, teneke tavalar satılıyordu. Hepsi berbat çarpık , çurpuktu, ama tencere türü şeyleri bulmak çok güçleşmişti. Kaplar bir anda satılıp tükenmişti. Başarılı olan bazı kadınlar, itişip kakışarak, başkalarını dirsekleyerek, tavaları ellerinde, kendilerine yol açmaya çalışırken, bu arada bir düzine kadın da tezgahın çevresine toplanmış, satıcıyı hak çiğnemekle, bazı kişileri kayırmakla ve malların bir kısmını saklamakla suçluyorlardı. Yeni haykırışlar yükseldi. İki öfkeli kadından saçları dağılmış olanı, tavayı yakalamış, berikinin elinden almaya uğraşıyordu. Bir anda birbirlerine girdiler ve tavanın sapı koptu. Winston olanları tiksintiyle izliyordu. Oysa bir süre önce iki-üç yüz gırtlaktan çıkan seste korkunç bir güç sezmişti.

Bu insanlar neden önemli sorunlar için de böyle bağırmıyorlardı!?


George Orwell - Bindokuzyüzseksendört isimli distopyasında geçen olayda ki gibi insanlarımız neden örgütlenemeyerek haklarının gasp edildiği, harcandığı, sömürüldüğü zamanlarda da gücünü kullanamıyor ?
İktidar sahiplerinin kendi egemenliklerini korumak için aldığı önlemlere bilinçsizce boyun eğen halk kırık dökük tencere için belki de daha çok kavga verecek!

27 Ağustos 2010 Cuma

Popülist Olmayınız!




Popüler kültürün bazı değerleri yok etmesi yada değerini düşürmesi boktan. Küçük İskender'in tiki edebiyatı yapan kesimce bu aralar ağızdan
düşürülmemesi bir anlamda mide bulandırıcı olabiliyor. O hikayelerdeki kötü karekter sensin aslında! Şimdiye kadar karşındakini sen "game over" hissine kaptırmışsın
suçlusun, o hikayedeki eyelpide sensin belkide yada kahperengine sahip kişilik senken nasıl olurda Küçük İskender fanı olup, ağızlardan düşürmemek başarılıyor.

Eller havayacılar, tiki veletler, Demet Akalıncılar, limonlu miller içiciler, sistemin önde bayrak sallayıcıları bi siktirin gidin!

Aman birde İskender'den sonra Disconnectus Eractus'a bulaşmayın zira mutlulukla tutunma eylemi içerisinde olduğunuzdan komik olur!

21 Ağustos 2010 Cumartesi

SENİ GÖRMEM LAZIM


Bulutsuzluğun Özleminden geliyor; siyasal bir çok mesaj içeren bir parça olsada...



Seni* görmem lazım !
Seni* bulmam lazım !
Seni* sevmem lazım
!


* = ?




http://www.facebook.com/?ref=logo#!/video/video.php?v=100548843311214&oid=2409491680

Görsem

Soluksuz kalıyorum her nefes alışımda sensiz,
Nefesim kesiliyor yavaş yavaş.
İşte o an;
Hep bir görsem diyorum ölmeden gözlerini,
Görüyorum uzaktan parıldıyor karanlık karanlık gözlerin.
Yatıyorum ben..Sonra gün oluyor.
Gün oluyor soluksuz kalıyorum yine
Bir görsem diyorum ölmeden bahar şenliği gözlerini!


N.Ş.Y

20 Ağustos 2010 Cuma

Ramazanda Bonus Günah Kampanyası

Ramazan ayı dolayısıyla bonus günah sistemi sanıyorum işlemeye başlamıştır artık. İçilen her damla alkol, hatta hatta normal su içmek bile bonus günah getiriyordur.
Alsancak ve orada pagos şarap içmenin günahı ise herhalde bonus + combonun combosu günah şekline girerekten günah kitabının sayfalarında yazıcak yer bile bırakmıyor
olabilir.

Konular hakkında çeşitli spekülasyonlar olsada örneğin oruçlu insanın karşısında birşey yemek günahtır diye söylenir fakat oruçlu insanın karşısında alkol içeren
birşey içildiğindede günahmıdır ? Öyleyse bu adamın canı alkol çekiyodur denilemez mi.. Her neyse sonuç olarak Ramazan ayı bonus günah ayıdır, cehennemde
bonus günahlarınızı bozdura bozdura harcamanız umuduyla! =)

17 Ağustos 2010 Salı

Bir Işıltı

Biz hala dargınız annemle,
Babam hep karmaşık ve yaşlıca.
Bir sevgilim var benden cok uzakta adını hafızamda dolu dolu yasayip uzak kaldığım.
Ailem var rengarenk ama görüntüsü yalnız hep siyah beyaz bir televizyonda seyrediliyor.
Yollar var gidip geri dönmeyi çok istediğim,yollar var hiç dönemediğim.
Bir zamanlar var şu yaşadığımız anlara eklemek istediğim
Karanlık yollar,kacamak bakışları mecbur etti gözlerime
Hala ışıldayan seni görürler sevgili.
Annemi babamı görürler kaygısızca karmaşık.
En uzak ve hala dargın yollara düştüm,
Gözlerim siyah beyaz bir görüntü içinde, yalnız rengarenk bir ışıltı o da orda hala sessiz.


N.Ş.Y

6 Ağustos 2010 Cuma

Yönetilme - Henry David Thoreau Hakkında



Henry David Thoreau kimilerince anarşist görülen, kimilerine göre bir çevre düşkünü, kimilerine göreyse idealleri kendine zor geldiği için vazgeçen ABD'li düşünür.Thoreau Harvard mezunudur ve kendini devletin baskısı,sanayileşen toplumun özünden uzaklaşması, insanın doğadan tamamiyle kopmaya başlaması nedeniyle 2 yıl kadar doğayla iç içe kendi yaptığı kulubede tek yaşamayı tercih etmiştir. Topluma ve otoriteye eylemde aktif olmak anlamında bir karşı duruş olmasada önemlidir. Sivil itaatsizlik metni en bilinen eseridir ve bu yayınlandıktan sonra hükümet tarafından vergi ödemediği bahanesiyle bir süre tutuklanmıştır.


"kimsenin mülkü olmayacak,
kimsenin denetimine girmeyecek kadar;
ya da, bu dünyada,
herhangi bir egemen gücün
hizmetçisi
ve de aracı
olamayacak kadar yüce bir varlığım"



"bir sürü insanla kadife bir minderde oturacağıma, sadece bana ait olan bir balkabağının üstünde oturmayı tercih ederim."



"insanları haksız yere hapse atan bir yönetim altında dürüst bir insanın asıl yeri cezaevidir."



"Şu söze bütün yüreğimle katılıyorum: En iyi yönetim, en az yönetendir. Ancak kendilerini 'yönetimin tümüyle ortadan kalkması için uğraşanlar' olarak isimlendirenlerden farklı olarak, yönetimin ortaya çıkmasını istiyorum"




Günümüzde herkesin topluma yabancılaşma sorunu ve kentsel sorunlardan bahsettiğini biliyoruz. Ben , sen , o. En çok yönetilenlerde bizleriz bundan rahatsızlık
duysak bile, tasmalı düşünen hayvan olmaya devam ediyoruz. Düşünen ama uygulayamayan.

İğneyi başkasına çuvaldızı kendimize batırmalıyız ki acıyla kendimize gelebilelim.







"Kendimi şöyle bir devlet düşleyerek avutuyorum: Sonunda bütün insanlara karşı doğru olmayı gözeten, bireye sanki komşusuymuş gibi davranan bir devlet! Komşularıyla yurttaşlarının tüm ödevlerini yerine getiren bir avuç kişi, onun işlerine karışmaksızın ne de onunla kuşatılmaksızın kendisinden uzakta yaşayacak olursa, bunu kendi amacına aykırı saymayan bir devlet! Bu tür meyveler veren, bu meyvelerin olabildiğince çabuk olgunlaşıp dökülmeleri uğruna sıkıntı çeken bir devleti Böylesi bir oluşum daha yetkin daha parlak bir devletin yolunu açacaktır. Benim düşlediğim de bu işte. Gel gelelim henüz böylesi yok orta yerde"



Thoreau'nin bazı cümlelerinden de devletin yerine daha iyi bir devlet istediğide anlaşılabilir. Light devlet! Ama şüphe yok ki istedikleri aslında içerlerde
bir yerlerde herkesin istedikleri. Kaçıp kurtulma, yönetilmeme, özgürlük ve makinalaşmaktan uzaklaşıp azda olsa insanlığımıza yanaşmak.

5 Ağustos 2010 Perşembe

Sen Düşü

"Sigaran varmı?" diye başlayan kalp muharebesinde sigarayı değilde yaksan beni, küllerimi savursan rüzgara uçup gelirdim sana.
Bu rüzgar acayip şey
Ben acayip şey
Sen bir acayip tek şey
Yalnızlık seanslarımda beynimi kemirecek birşeyler bulamamam sıkıyordu.
Artık ben,yalnızlık, alkol ve beynimi kemirecek sen düşü.



21 : 53

Pink Floyd - High Hopes


High Hopes - Pink Floyd



Müzik tarihinin en efsanevi grubu Pink Floyd'un The Division Bell adlı albümünden bir parça. Bir zamanlar herkesin yüksek umutları vardı elbette. Zamanla yitirdiklerimiz oldu ve sadece yitirmediklerimizle yetinmeyi öğrenmeye başladık. En yükseklerde de olduk belkide ama eski daha güzeldi. Çimenler yeşildi, etraf dostla çevriliydi.


High Hopes - Türkçe Çeviri

Gençliğimizin ufkunun ötesinde
Mıknatısların ve mucizelerin dünyasında
Düşüncelerimiz kararlı sınırsız bir şekilde yolunu yitirdi
Paylaştıran çan çalmaya başlamıştı
Long Road boyunca ve Causeway’in aşağısında
Cut onları hala buluşturuyor mu?
Yırtık pırtık bir şerit vardı ayak izlerimizi takip eden
Koşmak, zaman düşlerimizi almadan önce
Bizi dünyaya bağlamaya çalışan milyarlarca küçük yaratığı terk ediş
Ve bizi yavaşça çürüyerek tükenmiş bir hayata bağlamaya çalışan
Çimenler daha yeşildi
Işık daha parlaktı
Dostlarla çevriliydi
Hürriyetin geceleri
Ardımızda parlayan köprülerin közlerinin ötesine bakıp
Diğer yakanın nasıl yeşil olduğuna görmek
İleri atılmış birkaç adım fakat uyur gezer geri dönmek
İçe doğru bir akımın güçle geri çekmesi
Daha yüksek bir seviyede, bayrak açık
O düşlediğimiz dünyanın baş döndürücü yüksekliğine uzandık
Arzu ve hırsla sonsuza denk bağlanmış
Halen doyurulamamış bir açlık var
Bu yolu bir çok kez öğrenmiş bulunuyoruz
Çimenler daha yeşildi
Işık daha parlaktı
Duyum daha tatlıydı
Dostlarla çevriliydi
Hürriyetin geceleri
Parlayan şafak sisi
Akan su
Sonsuz ırmak



___________________________________________________________________________________


İngilizce

High Hopes

Beyond the horizon of the place we lived when we were young
In a world of magnets and miracles
Our thoughts strayed constantly and without boundary
The ringing of the division bell had begun

Along the Long Road and on down the causeway
Do they still meet there by the Cut

There was a ragged band that followed our footsteps
Running before time took our dreams away
Leaving the myriad small creatures trying to tie us to the ground
To a life consumed by slow decay

The grass was greener
The light was brighter
With friends surrounded
The nights of wonder

Looking beyond the embers of bridges glowing behind us
To a glimpse of how green it was on the other side
Steps taken forwards but sleepwalking back again
Dragged by the force of some inner tide

At a higher altitude with flag unfurled
We reached the dizzy heights of that dreamed of world

Encumbered forever by desire and ambition
There's a hunger still unsatisfied
Our weary eyes still stray to the horizon
Though down this road we've been so many times

The grass was greener
The light was brighter
The taste was sweeter
The nights of wonder
With friends surrounded
The dawn mist glowing
The water flowing
The endless river

Forever and ever



2 Ağustos 2010 Pazartesi

Noviembre Ve Sanatın Pazarlanması





Alfredo ailesiyle yaşayan bir gençtir ve evinden koparak tiyatro seçmelerine katılır. Seçmelerde başarıya ulaşır ama bu aşamadan sonra aslında sanatta kısıtlandığını, etki altına alındığını ve bir anlamda bağımsızlığının yok olduğunun farkına varır. Artık Alfredo için tek bir amaç vardır kendi bağımsız tiyatro ekibini kurarak halkla iç içe gösteriler düzenlemek hiç bir maddi unsuru göz önüne almadan bu işi zevk ve sanatı yüceltmek adına devam etmek vardır.

Sanatın sadece para karşılığı satılması ve salon sahipleri, kanalların sektör sahibi insanların ise sanatçıyı bu yöntemler satın aldığı döneme karşı bir ayaklanmanın ilk sesidir noviembre.

Fakat özgür tiyatro grubunun tüm çabalarına rağmen devlet tarafındanda yasal kısıtlamalarla yara alırlar. En son olarak büyük bir gösteri salonunu,gösteri anında basarlar ve kendi oyunlarını sergilemeye başlarlar.
Burada Alfredo'nun dudaklarından bu radikal sözler çıkar;

"ok şerefli Kültür Bakanlığı'nca karşılanan
konserimizdeki ufak kesinti için...herkesten özür dileriz.
İzin verirseniz,
sizlere küçük bir hikâyem var.
gçen gün bu sahneyi ele geçirip,sesimizi duyurmaya karar verdik!

O yüzden...
Bir!
İki!
Üç!
Dört!
Bunu yaptık, çünkü bıktırdılar bizi.
Evet!
Yorulduk!
Tükendik!
Ümidimizi yitirdik!
Oyunculara bakacağım.
Çünkü, günümüzde tiyatro ve sanat
gerçekten.kokuşmuş bir halde!
Leş kokan genel kurul odaları,
devlet memurları,
ticaret,reklamcılık, tekdüzelik,
rahatına düşkünlük,
boş zaman, can sıkıntısı,
bürokrasi ve yalan-dolan!
Bir tek sanat yok!
Zavallı sanatım!
Sanat artık yok!
Artık sadece,
sanat ticareti,sanat borsası.ya da sanatı teşvik
ticareti olacak!
Bir başka banka hesabı daha,
sayıları toplama sanatı.
Ama biz buna alet olmayacağız!
Çünkü bizler...özgrüz!
Bizler, sanatın kalpleri
değiştirebileceğine inanıyoruz...
Ve onlara güç verebileceğine...
Sanat, insanlara yaşadıklarını
hissettirebilir.
Sanat,erkek ve kadının ruhuna erişebilir.
Sanat, topluma şuur getirir.
Bizleri daha iyi birer birey yapar.
Sanat, evrensel olabilir.
Sınırsız,her türlü dinden,
ve ırktan bağımsız.
Sanat, bir silah olabilir.
Ama bir dekor asla!"


Bu sözler sonucu Alfredo vurulur. Sanatın özgürleşmesine atılan adım hüsranla bitmiş olsada hiç birşey yapmama aciziyetinin yanında sembolik bir gurur olarak yer edinicektir.







noviembre

İçtima




İçtima
- Yorgun asker! Komik asker! Efkârlı asker! Salak asker! Ruh hastası asker! Kullanılmış asker! Köle asker! Maymun asker! Günaydın!
- Sağol!
- Hiç uyuyamadın değil mi? Hep kabus gördün değil mi? Dönemeyeceğini düşündün değil mi? Koynunda taşıdığın resimlere çıkarıp çıkarıp baktın değil mi hanım evladı gibi? Basit olduğunu, sana “kahraman” diyerek parmağımızda oynattığımızı yine anlayamadın değil mi? Sana yarrağımızdaki kıl kadar değer vermediğimizi çakamadın değil mi? Aslında bizlerin korkak, senin cesur olmanın düzenin işine geldiğini fark edemedin değil mi? Nasılsın?
- Sağolll!
- Siz de sağ olun. Çünkü ölmek için bize lazımsınız!

amitçi
tersten yazılınca bazı şeyler farklı hayaller doğurur

küçük iskender




Küçük İskender'in anti-militarist olarak adlandırılabilecek şiiri. Çünkü düzenin işlemesi için birileri birilerine lazım.

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Introduction: Baring the Device

Art (and by this I mean the ‘‘other’’ visual and plastic arts: painting, sculpture,
photography, architecture, etc.) has been reflected and represented in, thematized
by and structured into narrative films in myriad ways throughout the
history of cinema. This book considers a range of such incorporations, drawn
from the postwar classical and contemporary narrative cinema—European and
American. I am particularly interested in attending to patterns relating to the
signification and symptomatization of sex, gender, sexuality, and psyche in the
way art and artists figure in film, as I believe these to be the basic problems from
which much else in human nature and culture derives. The ‘‘otherness’’ of the
other visual arts has, to cinema, a significant, although rarely simple or directly
correlative relationship to the way that other ‘‘othernesses’’—primarily, but not
exclusively gender difference—function in the larger culture and society within
which cinema operates. Committed to no onemethodology, I have found a complex
of formalist, structuralist, poststructuralist, feminist, and psychoanalytic
methods—those in which I was educated and am, for better or for worse, most
fluent—necessary for pulling apart the tangled relationships I see around art and
psyche in cinema.

If I employ no one single methodology per se, there is method here, however,
and that method is essentially art historical. From the field in which I was
trained, I inherit a tradition of close looking and close description—at and of
form, structure, and style—and ways of approaching historical and cultural patterns
in art and imagery: the iconography and iconology so aptly defined by
one of art history’s great innovators, Erwin Panofsky.1 Panofsky, to the eternal
surprise of many who think of art history as a conservative and stodgy discipline,
was of course a rather early and very eloquent articulator of the cinema’s
close relationship to the other arts, who perceived the applicability of art historical
method to cinematic objects.2 But Panofsky was not my teacher. Among
those who were, foremost for me are Linda Nochlin and Rosalind Krauss, from
whom I learned that the disciplinary rigor of art historical method need not be
abandoned under the influence of newintellectual paradigms.Nochlin’s brilliant
feminism and Krauss’s incisive and protean critical insights are always rooted
to the object and its problematic nature by investigation, fascination, and close
regard. They are my exemplars. Methods and attitudes about seeing and interpreting
objects learned fromthem and others have strongly influenced my viewing,
teaching, and writing in the field of cinema studies. For me theory never
precedes my interest in an object but always follows from it.

There is a small but significant body of scholarly work that has been done in
and around this border area between cinema and the other visual arts in the past
decade, including JohnWalker’s Art and Artists on Screen, Brigitte Peucker’s Incorporating
Images: Film and the Rival Arts, Angela Dalle Vacche’s Cinema and
Painting: How Art Is Used in Film, Katharina Sykora’s As You Desire Me: Das
Bildnis in Film, and volumes of collected essays edited by Patrice Petro (Fugitive
Images: From Photography to Video), Dudley Andrew (The Image in Dispute: Art
and Cinema in the Age of Photography), Dietrich Neumann (Film Architecture:
From ‘‘Metropolis’’ to ‘‘Blade Runner’’ ), Linda Ehrlich and David Desser (Cinematic
Landscapes: Observations on theVisual Arts and Cinema of China and Japan),
and Angela Dalle Vacche (The Visual Turn: Classical Film Theory and Art History),
as well as a number of landmark exhibitions. I hope and believe that my
work contributes to this meaningful interdisciplinary trend in several ways.
My background in art history enablesme not only to approach the film object
art historically, but to comprehend and elucidate the art objects within it. I recognize
art historical citations and investigate the particularity of the works that
are shown, be those relatively minor elements of the mise-en-scène or deeply
imbricated with the narrative. I hope that my knowledge of modern and contemporary
art, in particular, has enabled me to represent the complexity of its
representations on film with sensitivity. Another contribution I hope this study
makes is in connecting this interdisciplinary project to one of the dominant
paradigms in cinema theory: psychoanalytic feminism. I find the basic tenets
of psychoanalysis deeply persuasive and I am a feminist: I believe gender is the
foundational difference that has ordered human society, in many ways thatmust
be exposed, understood, and often, if not always, dismantled. However, it is
the more basic and pragmatic aims of psychoanalytic and feminist theory that I
adopt. They are not ends in themselves but elements of a particular project: to
uncover the meanings that the incorporation of art has for and in movies.

When a film undertakes the representation of ‘‘art’’ as a theme or engages
an artwork as motif, it is, whatever else it is doing, also more or less openly
and more or less knowingly entering into a contemplation of its own nature
and at some level positing its own unwritten theory of cinema as art. Narrative
films, then, can reveal much about their individual and collective undertaking
and their sense of their own and their medium’s origins through the incorporation
or figuration of art. The particular film objects I discuss are ones that
strikeme as significant for the ways in which they, generally in relation to others,
put these problems of art, origins, and difference into high relief, making somewhat
clearer underlying conceptions, assumptions, and ideologies of the narrative
cinema that tend otherwise to remain obscure and ambiguous.
Mainstream—that is feature-length, commercial, narrative—films that foreground
art, as well as most that background it, can induce a rather curious tension,
as the reflexive presence of art threatens the seductive flow of the fictional
world within the film with a spasm of viewer self-consciousness. This is why
we refer to such works as reflexive: it is as though a mirror has been held up to
the beholder. The work of art en abyme (shown in-depth) reminds the viewer
that she is viewing. It is interesting, then, to consider what is at stake in such
potentially disruptive representations. For one, status: not only does the subject
of ‘‘art’’ confer a certain stature; the reflexive use of art en abyme is a hallmark
of modernist art, and therefore a nod (albeit an ambivalent one) to the ‘‘highbrow’’
viewer. Second, a claim: one knows that the film may have a (more or
less articulate) contribution to make to the ongoing, unwritten theory of the
art of cinema that the movies themselves are always telling, or to the ongoing,
unwritten debate about cinema’s sometimes uncomfortable and always shifting
position among the worlds of art, commerce, industry, and mass media.
Themeanings that arise fromthe heightened presence of painted portraits in
a number of Hollywood films of the 1940s, discussed in chapter 1, ‘‘TheMoving
Picture Gallery,’’ anticipate many of the closer readings that follow. Surveying
more than a dozen films of various genres—from Hitchcock’s Rebecca (1940) to
Mankiewicz’s The Ghost and Mrs. Muir (1947)—I observe not only the way in
which objects of art are objects of desire, and the existential and psychological
consequences of contemplating still images in relation to moving ones, but also
the underlying problematics of mimetic representation generally and portrayal
specifically. The painted portrait in these films often ‘‘represents’’ a dead person,
but even when it does not, I demonstrate, it always stands for death, as well
as art, two realities that the classical Hollywood film, it has been often argued,
represses or disavows.


Many of the same issues aroundmortality, mimetic representation, portrayal,
and desire are explored in greater depth in chapter 2, ‘‘A Form of Necrophilia
(TheMoving Picture Gallery Revisited).’’ Here, it is not merely the appearance
of portraits—in this case photographic and painted—that is meaningful, but
the narrative pattern in which they appear. In-depth analysis of five films that
share a poignant narrative trope—men meet and fall in love with women who
uncannily resemble their dead love objects in Corridor of Mirrors (1948), Pandora
and the Flying Dutchman (1951), Vertigo (1958), Obsession (1976), and The Last
Tycoon (1976)—demonstrates that the representation en abyme is a reification of
a component part of the cinematic apparatus itself. The poignant theme is, in
effect, allegorical.


Chapter 3, ‘‘The Birth, Death, and Apotheosis of a Hollywood Love Goddess,’’
considers the way that sculpture—as three-dimensional object of art—
fleshes out (as it were) problematics of corporeality, carnality, and embodiment,
adding to the morbid and aesthetic mix around the classical cinema. Analyzing
the intriguingly symmetrical relationship between two films starring Ava Gardner
and featuring statuary—One Touch of Venus (1948) and The Barefoot Contessa
(1954)—I describe the paradigmatic aspect of Gardner’s stardomin relationship
to an iconology that sheds light on inherently allegorical aspects of these films,
as well as problematics around eroticism and moviegoing.
Two of the films discussed in chapters 2 and 3, Lewin’s Pandora and the Flying
Dutchman and, especially, Mankiewicz’s The Barefoot Contessa, are meaningful
sources, I argue, for the two European art films that are explored in considerable
depth, both independently and in relation to each other, in chapter 4, ‘‘Survivors
of the Shipwreck ofModernity.’’ Jean-Luc Godard’s Contempt (Le Mépris, 1963)
and Jacques Rivette’s La Belle Noiseuse (1991), as ‘‘art’’ films and, moreover, as
adaptations of modern literary landmarks (Alberto Moravia’s Il Disprezzo and
Honoré de Balzac’s Le Chef d’oeuvre inconnu, respectively), claim an artistic heritage
much more readily than even the most self-conscious of the more ‘‘hollywoodienne’’
films discussed previously. But the art film’s readiness to bare its
own devices comes to seem predicated on its insistence on baring the female
body, too, and preserving, indeed naturalizing, a sexist ideology of culture for
which the nude is emblematic. This chapter explores each film’s complex engagement
with its literary sources and with the other plastic arts, as well as with
the distinct architecture of its location, and uncovers a veritable archaeology of
the myth of the feminine in modernWestern culture.


It is not only veterans of amovement of arguably preconscious (or should that
be precocious?) sexism—Jacques Rivette and the New Wave—who perpetuate
retrograde myths in contemporary films, though. The mythology bodied forth
so elegantly in Rivette’s ‘‘masterful’’ contemplation of artists and models is uncannily
similar to that I uncover in two very different contemporary films from
the 1980s in chapter 5, ‘‘Out of Her Element.’’ In most respects, Splash (1984)
and Children of a Lesser God (1986) could not seem more different from La Belle
Noiseuse. Certainly, neither is an ‘‘art’’ film; these were two very commercial films
made in the very commercial climate of Hollywood in the mid-1980s. Indeed,
art is a mere diversion, or detail, in these movies, not a central theme. But art
objects emerge as symptomatic of the construction of a mythic femininity in
both films, which share an image of woman as elemental, immanent, fluid . . .
an image that psychoanalysis brings to the surface.
There is an elemental aspect to the representation of women, too, in three
other American movies of the 1980s, those I discuss in chapter 6, ‘‘Playing with
Fire.’’ After Hours (1985), Legal Eagles (1986), and Backtrack (1989) all manufacture
an incendiary mix of women, art, money, and danger in stories set in and
around the contemporary art world. Perplexity and suspicion swirl around art,
particularly around the new, conceptual, and performative forms that proliferated
in the art world of the 1980s and that are here associated with women. I
explore the ways in which these three films frame this association, and expose
the symptomatic ways in which their scorn and suspicion of both (seemingly)
nonremunerative, noncrafted art forms and women artists reflect upon their own
sense of viability (never mind virility).


Craft, gender, and virility are all themes, too, in chapter 7, ‘‘Dirty Pictures,
Mud Lust, and Abject Desire: Myths of Origin and the Cinematic Object,’’
which focuses on three other contemporary films—Artemisia (1997), Camille
Claudel (1988), and Life Lessons (1989). In these films, the theme of the heterosexual
artist couple is employed to embody a myth of the origins of art—as the
outcome of the art act’s inherently erotic aspect—and at the same time to perpetuate
a gendered view of art in which what is great and virile in the male artist
is pathological in the female.

The films considered in these chapters range fromones in which statues, figurines,
photographs, or portraits are metonymic images of larger thematic preoccupations
(Suspicion, Splash, or Children of a Lesser God ); to ones with structurally
significant art objects, artist characters, or settings related to the art world
(One Touch of Venus, Legal Eagles, or After Hours); to others entirely pervaded
by art and artiness (Pandora and the Flying Dutchman or Contempt); to those
wholly concerned with art, the lives of artists, and art making (La Belle Noiseuse,
Artemisia, or Life Lessons).

This is not an encyclopedic endeavor, though: I make no claim to considering
every film in which art is a theme; that would be an unwieldy and probably
boring undertaking, even if limited by country or period.Neither is my selection
arbitrary. I attempt to cover a range of Anglo-American and European narrative
films from the postwar period to the present and to discuss films’ representation
and incorporation of a wide range of art forms and media: painting, sculpture,
photography, and architecture, as well as performance, installation, and
conceptual art. I had originally intended a final chapter on the contemporary
artist biopic, focusing on a number of recent films about twentieth-century artists:
Carrington (Hampton, 1995); Basquiat (Schnabel, 1996); Love Is the Devil:
Study for a Portrait ( John Maybury’s 1998 film about Francis Bacon), Pollock
(Harris, 2000); and Frida (Taymor, 2002). But I have decided that this is really


the subject for another book, perhaps my next, especially since more biopics are
in the offing, including a soon-to-be-released movie starring Andy Garcia as
modernist painter and sculptor Amadeo Modigliani.

To a greater or lesser extent, the films that I am considering are exceptional.
That is, to the degree that they make art part of their explicit subject matter,
they tend to skew toward the self-conscious end of the narrative cinematic spectrum.
Most of them have received at least a modicum of critical attention and
praise. A few of them are controversial, a few obscure. Some were successful at
the box office, some not (Splash was the tenth highest grossing film of 1984, for
instance,3 while Backtrack was never released theatrically). They are all, in some
way—and perhaps this goes without saying—fascinating tome. It is my conviction
that films such as those examined here offer a privileged view into a complex
of overlapping and interlocking cultural and industrial problems, assumptions,
and attitudes, in which issues of sex, gender, identity, and psychology generally—
group and individual—entwine with those of art, commerce, class, and
power. Some of these complex relationships might be fruitfully introduced by
means of a particularly suggestive case study.


Artists and Models
All you very lovely ladies in your very fancy frocks,
And you fellows with the palettes, in your most artistic smocks,
Use your thumb to get perspective of a world that’s drab and gray,
Add a lot of color and frame it just that way . . .4
Among the many weirdly revealing images in the musical comedy Artists and
Models (Frank Tashlin, 1955)—in which Jerry Lewis plays Eugene Fullstack, a
gifted dreamer whose nightmares (he talks in his sleep) are converted into lurid,
rather surrealist comics by his painter roommate, Rick (Dean Martin)—is one
found in the title production number, staged for an on-screen audience at the
‘‘Artists and Models Ball.’’ In it Martin and Lewis sing a song of artists and
their models as women (showgirls) emerge from heaps of colored chiffon fabric
representing daubs of paint on an oversized painter’s palette.
The production and the song’s lyrics (see the first verse, above) graphically
define artists as male and models as female (a profoundly typical formula in
Western culture—see the discussion of La Belle Noiseuse in chapter 4), despite
the film’s strong homoerotic overtones and artist-characters of both sexes:
Dorothy Malone plays Abigail Parker, a successful comic book artist who uses
Bessie Sparrowbrush (Shirley MacLaine) as a model (!) for her successful ‘‘Bat
Lady’’ character. The title number also echoes the dichotomy between male
Artists and Models (Frank Tashlin, 1955; photo courtesy of Jerry Ohlinger’s Movie
Material Store).
sexual confidence and insecurity usually displayed in the dynamics of the popular
comedy team of Martin and Lewis: while the daubs toward which the suave
Rick (Martin) gestures as he sings—red, blue, green, and yellow—magically
produce women who fawn over and embrace him, those that the puerile Eugene
(Lewis) selects—violet, lime, gold—contain mere material. This part of the
number ends as Eugene sings, ‘‘you will never hear me knocking any pink that’s
really shocking,’’ as fromthe last daub of paint emerges a woman who just keeps
on emerging, even after reaching normal height (amechanical pedestal and prodigious
lengths of pink fabric permit her to achieve monumental stature); ‘‘I
think we’re going color blind,’’ the two ‘‘artists’’ exclaim finally in unison.
In the second, instrumental, part of the number, Eugene and Rick leave the
stage and take their brushes into the audience, where they use the skin of scantily
clad models (showgirls) as canvas, sketching amusing figures (and love letters)
on exposed flesh, sometimes transforming it into the support for what are rather
like animatedmotion pictures, as when—rather uncannily—one blonde’s supple
knees are turned into cartoonish heads for dolls dressed just like herself (although
it might be more accurate to say that she is dressed like the dolls, in a
farcical, short blue gingham frock and petticoat).5
In the first part of the number, the female body (gob of paint) was the painter’s
medium, or vehicle; now she is the ground, or support. So, represented as
the very stuff of which art is made, in this one colorful musical scene the female
body is an ambivalent medium—simultaneously figure and ground, object of
desire and ridicule, and source of inspiration and anxiety.
This spectacular equivocation in which women are elevated as materialmuses
and also reduced tomere material is powerfully suggestive. In Artists and Models,
through the use of comedy, travesty, and pop cultural forms—elements of the
‘‘bricolage’’ Paul Willemen says is most characteristic of Tashlin’s method of
‘‘assembly and disassembly (dismantling)’’ 6—various aspects of the relationship
between cinema and other visual media are vividly exemplified, embodied, and,
along with other cultural problems, satirized. As some of the complexities of
this relationship—generally more obscure or subtle, indeed often repressed in
movies—are the subject of my study, perhaps this unsubtle film can be used to
expose and introduce the problem of figures and themes relating to art and artists
in the classical narrative film and the always gendered scenarios in which
these are framed.


It is for reasons having to do with history, genre, and perhaps even authorship
that Artists and Models lays bare such complexities more nakedly, as it were,
than most movies. Made in the very middle of the 1950s, in the waning days
of the studio system, it revels in flaunting possibilities that had been typically
denied or suppressed by the classical Hollywood film. As Henry Jenkins and
Kristine Brunovska Karnick have noted in the context of this kind of postwar
‘‘formalized’’ comedian comedy—a genre already characterized by a high degree
of reflexivity—this was a period that spawned some other rather ‘‘baroque’’
subgenres (i.e., the adultWestern, the self-reflexivemusical, the excessivemelodrama,
and film noir), ‘‘marked by a blurring of previous genre distinctions,
increasingly flamboyant visual and performance styles, self-conscious acknowl
edgement of their own construction and destabilized identities.’’ 7 And although
most American auteurists (with the notable exception of Peter Bogdanovich)
have been reluctant to treat the sublimely silly Tashlin as a major figure, certainly
there are those who would attribute any such notably self-conscious and constructed
qualities to this director’s singular sensibility(among them the French
in the 1950s—e.g., Jean-Luc Godard and the critics of the French postsurrealist
journal Positif—and some associated with the British journal Screen in the
1970s).

Contrary to the image conjured by its title, Artists and Models takes sex, violence,
popular art, mass culture, and their psychosocial intricacies as its basic
subjects, not high art, which is marginalized and to some extent lampooned.
This is all vividly summed up in the opening scene of the film: Rick and Eugene
are working on (and in) a huge animated billboard advertising Trim Maid cigarettes.
The first shot is an extreme close-up of what, when the camera zooms
out, turns out to be the hand of Rick, on a scaffold several stories above the
New York City sidewalk, painting the red upper lip of a colossal woman’s open
mouth. As the client and his employer look on from below, the artist is putting
the finishing touches on the visage of a sexy, oversized, female smoker. Rick tells
Eugene, who is inside the mechanical billboard, to turn on the smoke machine,
but Eugene is too passionately wrapped up reading comics to attend properly
to his job (‘‘Wait,’’ he insists, ‘‘I’m on the third murder. It looks like the Bat
Lady’s gonna blow one of the RatMan’s heads off!’’). He then neglects to connect
the smoke tube to the aperture of the open mouth and absently flips the
switch the wrong way. The big tube starts sucking instead of blowing. First it
sucks up all Eugene’s comic books, putting him into a panic, and then, when he
scrambles after them, it sucks him in (in a cutaway shot, we see him struggling
in what is a virtual birth canal). When Rick finally sets things straight—rescuing
Eugene, reconnecting the tube, and flipping the switch—tattered comic
books spew out of the open mouth of the Trim Maid girl. ‘‘She’s not smoking;
she’s spitting!’’ complains the dismayed client. It doesn’t take a psychoanalyst
to grasp the sexual innuendo of material like this.
Tacitly homoerotic relationships are another nonnormative feature of Artists
and Models’ plot that stands out in high relief, as one Internet Movie Database
‘‘user’s’’ comments underscore:
Lewis and Dean Martin play ‘‘roommates’’ who met each other way back when
they were Boy Scouts, sleep in separate twin beds in the same room, take baths
with the door open, and at one point talk about getting a divorce. At one point
the semi-retarded Lewis (and he admits as much himself ) says to Martin: ‘‘I
can’t keep my dickie down, Ricky.’’ Um, he’s putting on a tuxedo I think. Similarly,
Dorothy Malone lives in the apartment directly above them, unmarried
with thick, black glasses and earning a good living on her own. She spends her
time dressing the barely adult Shirley MacLaine, who has a cute little butch
cut, up as the Bat Lady. The homosexual content seems to me almost too obvious
to be meant. It’s usually much subtler in Hollywood movies of the era.
Then again, it’s impossible to miss it, even if you’re a 1950s housewife. Eventually,
the two gay couples meet and change partners, Martin getting Malone
and Lewis MacLaine.8

As Frank Krutnik notes regarding an almost identical plot pattern in another
Martin-Lewis vehicle, Sailor Beware (1951), ‘‘The two female partners . . . mirror
the terms of difference inscribed in the Martin-Lewis partnership . . . Like is
paired with like, and this serves to minimize the importance of heterosexual differences
whenmeasured against the familiar differences between the twomen.’’9
Thus the essentially homoerotic terms of the relationship are not genuinely disrupted.
As Krutnik additionally notes, the entire genre of comedian comedy
is characterized by a strong undercurrent of misogyny and sexual hostility, as
it ‘‘repeatedly offers controlled assaults upon, or inversions of, the conformist
options of male identity, sexuality and responsibility.’’ 10 The misogyny in the
genre is typically enhanced in the work of the male comedy duo, asMolly Haskell
has noted, which ‘‘from Laurel and Hardy to Abbott and Costello, is almost
by definition, or by metaphor, latently homosexual: a union of opposites
(tall/short, thin/fat, straight/comic) who, like husband and wife, combine to
make a whole.’’ 11
But there’s nothing latent about the marital qualities of the relationship between
Rick and Eugene in Artists and Models. The first scene set in their apartment—
they’ve come home after being fired for the billboard debacle, we learn—
begins with Eugene, a dishrag tied around his waist, asking Rick how he’d like
his dinner prepared. As the ludicrous dinner scene continues, Eugene sets up a
virtual (there’s virtually no food) romantic dinner for the two of them, complete
with candlelight (real) and wine (imaginary). After dinner, he plays an imaginary
piano and serenades Rick, singing to him (‘‘When You Pretend’’), even
sitting in his lap briefly. Before the scene is over, Rick has spoken to Eugene
of divorce. This explicit travesty of marriage is a kind of cover for the underlying
reasons for the homosocial bond between the two males, though. Its raison
d’etre is to maintain the partnership and ward off the potential disruption
of women: ‘‘within the genre, women tend to signify the demands of integration
and responsibility for the male.’’ 12 The relationship between two men only
mimics marriage, while it in fact protects the men against economic and sexual
maturity. Rick may castigate Eugene for his inability to hold down a job and
Eugene may play at the dutiful and loyal ‘‘wife’’ to his philandering ladies’ man
roommate, but they really stick together out of amutual commitment to warding
off the financial and conjugal obligations of marriage and family.
Here, then, what might appear a wholly transgressive attribute is really more
of a generic one, along with most of the film’s other ‘‘inversions,’’ including the
very amusing image of female sexual initiative offered through Shirley Mac-
Laine’s performance. Again, it is the dynamic of the comedian-couple that
necessitates this. If Martin’s character is dominant, sexually confident, suave,
and seductive, then Lewis’s must be passive, sexually insecure, klutzy, and coy,
which he is, in uproarious contradistinction to the aggressive MacLaine. The
delightful inversion of her characterization notwithstanding, most of the many
female parts in Artists and Models seem to be the products of a very misogynist
imagination, comprising a range of carping and castrating types—emasculating
wife, scolding mother, nagging landlady, mannish masseuse—and more
than the usual array of seductively clothed, seemingly dimwitted, nubile beauties
(‘‘models’’), along with a campy dose of femme fatale (Eva Gabor as Sonia,
an Eastern bloc agent—this is the height of the cold war, after all—and the
comic book vamp, the Bat Lady). The credit sequence alone features—in twelve
shots—twenty different eye-popping ‘‘models’’ (these lookmuchmore like fashion
models or, again, showgirls, than artists’ models), although six of them are
only shown from the hips down, as a row of six sexy pairs of bare leg.
One of Artists and Models’ silliest and most symptomatic conceits is that a
comic book artist would require live models.What at first looks like a gag turns
out to be a more motivated device, though. It is the source of one major thread
of themovie’s romantic farce: because Abby draws fromlife, Eugene encounters
Bessie dressed as the Bat Lady and is smitten—in a paralytic, abject sort of way.
But Eugene—despite opportunities and hints—refuses to recognize Bessie out
of costume as the same alluring, fatal creature of his fantasies (and Bessie wants
to be desired for herself, not for her two-dimensional associations, so doesn’t
pull her trump card to secure his interest). The ‘‘gag’’ actually instantiates, then,
not only the relationship between two- and three-dimensional representations,
and between still and moving images, two formal conundrums of pictorial arts
generally, but also the relationship between model and image, or performer and
role—that is: the intriguing puzzle of portrayal and portrayed. Eugene, in this
respect, is a mere exaggeration of the prototypical moviegoer: caught in the web
of illusion, he cannot or will not extract himself, even enough to see what Bessie
continually throws under his nose—that she and the Bat Lady are one and the
same. So, in fact, Tashlin’s Artists and Models peppers with laughs the very same
cinematic trope that is bathed in melancholy in Hitchcock’s Vertigo and the
other films I discuss in chapter 2.

Indeed, although wholly lacking in seriousness, Artists and Models manifests
many if not most of the traits that I find meaningful and analyze in the coming
chapters. In addition to giving form to the seemingly magical propensity of representations
to seduce and perplex viewers—a propensity I analyze throughout,
especially with regard to the use of portraits and statues en abyme—Tashlin’s
film, like those discussed in chapters 3 and 4, also regards the female body—
excessively—as simultaneous object of desire, source of anxiety, and cipher of
cultural meaning. (Frank Tashlin himself was co-author of the screen adaptation
of One Touch of Venus, the first in a ‘‘trilogy’’ of Ava Gardner films discussed
in chapter 3). And, as with two deceptively different films, La Belle Noiseuse
and Splash, femininity is associated with animality in Artists and Models. Bessie
Sparrowbrush is both Bat Lady and, by virtue of her name, bird woman.Women
are treated as predatory and carnal.
The comic book and nightmare themes of Tashlin’s film permit bold expression
of the obscure but powerful connection between women, art, and violence
that I observe in chapter 6. Most symptomatically, Artists and Models, like the
films I discuss in the final chapter, assumes that the practice of art—at any and
every level, from comic books to high art—is infused with psychosexual energies.
A scene in which Abby substitutes herself for a female model with whom
she is posing Rick in a clinch, and is then aroused, seems a mere comical variant
of the scene in AgnèsMerlet’s Artemisia in which the lustful young painter puts
down her brushes and inserts herself (sexually) into the scene in which she has
posed her fellow painter Tassi as Holofernes. Of course, one ought not forget
that one of the meanings of ‘‘art’’ to American moviegoers of 1955 was precisely
‘‘sex,’’ since this was the period when themore mature fare produced abroad was
increasingly being seen in the United States, usually in ‘‘art houses’’ under the
rubric of ‘‘art film.’’
Thus sexuality constitutes a source of slippage between the terms of art and
film, at least in the (English) language of movie going in the postwar period.
But this is obviously no vernacular accident. Although maybe ‘‘foreign’’ to the
movies in America (in a somewhat naïve, simplistic reading of the classical
Hollywood film), sex is always already a component of all art, along with death
and other basic human preoccupations. This study explores the ways in which
art, when taken up by cinema, becomes its speculum, revealing at many levels
the psychic, social, and cultural components of the apparatus . . . returning the
repressed . . . baring the device.

Kosmos Film Fragmanı

22 Nisan 2010 Perşembe

Sinemada Anlatım Şekilleri ve İşlevler

Sinemada iki biçim düzlemi mnevcuttur; olaylar ve biçim düzlemi mevcuttur. Olaylar kişilerle anlatılabilir. Biçim düzlemi bir kamera hareketi ve benzeri olabilir.Örnek filmler; Joseph Losey - accident - ev kaza huzursuzluk (anlatım yolları olayla veya biçim düzlem)
Direk olarak kişiler üzerinden anlatım olabilir yada müzikle kamera hareketiyle bu bildirilebilir. Mutlu bir ev içinde dışarıdan gelen kaza sesi o mutlulugu biraz bozabilmektedir.

Üç anlatıcı varlıgı vardır;

1.Karaktere bağlı bakış açısı
2.Herşeyi bilen bir bakış açısı
3.Tarafsız gözlem bakış açısı


Sinemada altı anlatım işlevi vardır. Bunlar açıklamaları ile şu şekildedir.

Gerçekci : Somutlaştırma gerçeğe uygunluk
Dramatik : Kameranın odaklanması ve gösterdikleri olabilir.Örnek; Bir bıcagın ekranda yer alması filmi etkiler suratlar ve davranışları değişir.
Tematik : Maddelerden yola cıkarak anlatım olur. Oyuncular bunu farketmez izleyici anlamalıdır. Örnek; Filmde teknoloji tartışılıyor ve kahve makinasını çalıştıramayan rolde kişi.
Lirik duygu atmosferi oluşturmaktır: Dramatik ve tematik sahneler lirikle yani bir müzikle vs. desteklenebilir. Arkadan geçen bir kuş, özgürlük için
bağdaştırmalara yer verilmelidir. Başarısız olursa izleyici filmden kopar dönmesi zor olur bu yöntemde.
Güldürü : Bir olayı baştan ayarlayıp gülme sağlamak. Oyuncunun kokaine doğru hapşurması ve kokainin ucusması bu sahne oncesi kokainin cok pahalı oldugu belirtilmiştir. Örnek film;
Annie hall - kokain güldürü
Gereksiz, olmayan işlev : Teknik aksaklıklarla ortaya cıkabilir. Çok ışıklı bir ortamda çekim, filmin bir bölümünün tekrar etmesi (psikolojik rahatsızlık
olarak lanse edilebilr) vs bunlar dezavantajdır avantaja cevrılebilir zorda olsa.

stop motion: Filmler de sahnenin normal çekim hızından daha düşük hızı, ağır çekim olarak adlandırılır.
over exposed: Fazla ışıklandırılmış filmlerdir.

back projection : tekrar gösterim anlamındadır, tekrar çekimde denebilir.


over exposed : Tekniksel aksaklığın beğenildiği filmler ve bunların teknik hali alması. Yani tekniksel aksaklığın ters tepmesi yerine izleyiciye olumlu görülmesidir.Buna örnek olarak şu filmleri verebiliriz.

Marnie - aşırı ışıklandırma - Hitchcock

sadwust and tinsel - aşırı ışıklandırma - Ingmar Bergman

21 Nisan 2010 Çarşamba

Sinemada Olaylar ve Biçim Düzlemleri

Sinema ve televizyon hikayelerinin çoğunluğunu tiyatro ve romanlar alırlar ; aynı hikayeler her üç iletişim ortamında da bulunur ve dramatik yapılar kabaca birbirinin aynıdır. Bir başka deyişle hikaye bir ortamdan ötekine uyarlanabilir, ama hikayenin işlenişi önemli oranda değişi olabilir. Aşağı yukarı aynı dramatik yapıya sahip olmasına rağmen iyi bir oyun veya roman kötü bir film olabilir, iyi sonuçlar, film ve televizyona özgü anlatım yollarının amaca yönelik kullanımı ile elde edilebilir. Film ve televizyonda anlatım yolları - anlatım öğeleri - iki ayrı bölümde ele alınabilir; Olayla düzlemine ait olanlar ve Biçim düzlemine ait olanlar.

Olaylar düzleminde anlatım yolları. (duyduklarımız gördüklerimiz)

  • Fizik görünüm
  • Oyun (acting)
  • Kostüm ve makyaj
  • Çevre düzenlemesi
  • Aksesuar
  • Zaman
  • Hava koşulları
  • Fizik ilişkiler
  • Hareket
  • Gerçek renkler
  • Doğal ışık
  • Gerçek ses
  • Gerçek müzik
  • Diyalog

Biçim düzleminde anlatım yolları (nasıl görüyoruz nasıl duyuyoruz)

  • Format
  • Çekimlerin düzenlenmesi
  • Odak uzaklığı netlik
  • Çekim ölçeği
  • Kamera açısı
  • Kamera hareketi
  • Renk ve tek renklilik
  • Yapay ışık
  • Film türü ve ışıklama
  • Özel görüntü efektleri
  • Kurgu
  • Ses efektleri
  • Film müziği
  • Sözle anlatım
  • Metinler, alt yazılar
  • Ad

Bu konu kesinlikle bir bilimsel iddia içerisinde değildir, film yapımcısının elinde bulunan olanakları sistemli incelenmesi için iyi bir başlangıç noktası hizmeti görmektedir.

5 Nisan 2010 Pazartesi

Anti - Kapitalist Reklam mı? Duymadıysanız Duyacaksınız

Kapitalizm çekildi ve her an çekilmeye devam ediyor. Peki anti-kapitalizm nasıl çekilicek? Kapitalizmin baş döndürücü silahı reklamlar her an her yerde etrafımızda. Reklam her ne kadar kapitalizmi çağrıştırsada neden anti- kapitalist reklam olmasın ?

Sanalt.net öncülüğünde 1 Mayısta son bulucak anti - kapitalist reklam filmleri yarışması bazı çevrelerce ilgiyle karşılandı. Yarışmaya senaryo,reklam filmi ve grafik tasarımınızla veya etkileyici bir fotoğrafla bile katılabilirsiniz.

Eğer rakibi kendi silahımızla yenemiyorsak onun bizi yendiği silahla yenmeye çalışmak doğru olabilir.Gazetemizde, televizyonumuzda,dergimizde hatta internette önümüze zıp diye zıplayan reklamlarla dolu bir yaşam içerisindeyiz. Dibine kadar reklama, dibine kadar etikete batmış bir hayat.

Reklamların onlarca nedenini ve sonucunu sayabiliriz. Ana amaç ise nedir ?

Daha çok daha çok daha çok sadece daha çok satabilmek. Piyasada tekelleşerek en güçlü olmak. İhtiyaç olsun yada olmasın sadece satabilmek daha çok kazanmak. Çoğu zaman olmayan şeyleri var gibi göstermek yada insanlar üzerinde belli bir hegemonyayı oluşturmak reklamların ana amacıdır.

Bir anda elbette reklamlar silinip atılamaz ama reklamların yanlışlarına, abartılarına, yalanlarına, insanlar üzerindeki genelde olumsuz baskısına , insanı vahşi bir tüketiciye dönüştürmesine anti - kapitalist reklamlarla bir sille atılmasına EVET.

1 Nisan 2010 Perşembe

Sinemada Sahne

Film sözlüğünde sahne ve sekans (çekimler dizisi) arasında bir ayrım yapılmasına ve farklı tanımlar olmasına karşın, uygulamada her iki sözcük aynı şeyi anlatmak için kullanılmaktadır. Biz burada, sahne sözcüğü ile aynı mekan ve zamanda olan sürekli ve başlayıp biten olaylar zincirini anlıyoruz. (bazı kişiler sekansı belirli bir ortak hareket çizgisi ile birbirine bağlanmış sahneler grubu olarak tanımlarlar).

Bizim sahne algılayışımız yalnızca içindeki hareketle değil, hemen öncesi(sahneye hazırlayan görüntüler) ve hemen sonrası (sahnenin hazırladığı sonraki görüntüler) ile belirlendiğini söylemeliyiz. Sahnenin işlevi, (özellikle dramada olmak üzere) hareketi/ aksiyonu geliştirmek ve/veya(özellikle epik türde olmak üzere)izleyicinin sezgi ve anlayışını yükseltmektir. Bir sahneden sonra herhangi bir şeyin (ilişkilerin, amaçların, tavırların - izleyici olarak bizim tavrımız da dahil yada anlayışımızın) değiştiği duygusuna kapılmıyorsak, büyük olasılıkla sahne kötü bir seçimi göstermektedir ve film içinde bir boşluk gibidir.

Bir sahne düzenlenirken üç öğe tanımlanmalıdır. Aksiyon/ hareket , işlev ve biçim.

30 Mart 2010 Salı

Kaynak - The Fountain Yorumu




Bir cogumuzun bildigi bir hikaye ile baslayalim.( TEVRATA GORE) Tanrı tarafından Adem ve Havva’ya bilgelik ağacının meyvesinden yemeleri yasaklanmıştır, bu ağacın meyvesinden yemenin cezası ölümlülüktür . Tevrat’a göre de cennette bulunan iki önemli ağaç vardır: Biri “Bilgelik” ağacı, diğeri de “Hayat” ağacıdır. Ve cennetteki diğer ağaç olan hayat ağacından uzak tutmak için Tanrı, Adem ve Havva’yı cennetten kovarak dünyaya göndermiştir

Film aslinda 16, 21, ve 26. yuzyillarda gecmektedir fakat zaman kavrami filmde biraz acik birakilmistir. Filmde reenkarnasyon mu yoksa eszamanllilik mi oldugu tam olarak belirtilmemistir. Bir sekidle zaman ve mekan kavramlari ortadan kalkmistir. 16. yuzyilda ölümsüzlügün kaynagi olarakta bilinen agaci bulmak icin gorevlendirilen Tomas 21. yuzyilda esinin kanser hastaligini yenmesi icin bir mucadele icerisine girer, 26. yuzyilda ise uzayda tek basina bir balonun icerisinde yasamaktadir.

Eszamanliligi ele alirsak burada olaylarin hepsinin ayni anda gerceklestigini kabullenmemiz gerekli boylece sebep ve sonucta ayni anda gerceklesmis oluyor. Yani 15. yuzyilda olumsuzlugu aramak icin gorevlendirilen Tomas ayni anda 25. yuzyilda xilbalba``ya ulasiyor ve olumsuzlugu gerceklesiyor. Tabi burada askin olumsuzlugude ele alinmistir cunku her uc zamandada kisiler ayni fakat rolleri farklidir. Filmdeki es zamanlilik teorisi kabullenirsek olum ve yasam ayni anda gerceklesen olaylardir diyebiliriz, hersey bir dongu icerisinde ve ayni anda fakat farkli mekanlarda gerceklesmektedir.

Filmin ozellikle 21. yulyilinda gecen Tommy ve Izzi`nin birbirlerine olan aski inanilmaz derede etkileyicidir. Izzy kanser hastaligina yakalniyor ve Tommy olumun bir hastalik oldugunu ve bununuda tedavisini bulacagini soyluyor , nitekim 25. yilyilda balonun icerisinden cikip xibalba`ya ualstiginda ayni zamanda Izzi`yede ulasmis oluyor. Eszamanliligi ele aldigimizda ayni zmaanda Ispanya kraliceside verdigi sozu tutmus oluyor. Herseyin bir dongu icerisinde oldugunu soyledik ornegin Izzi oldugunde Tommy kaybettigi yuzugun yerine yani yuzuk taktigi parmaga bir siyah cizgi cekiyor bu ayni zamanda 25 yuzyilda devam ediyor.

Sembollerin fazla sekilde kullanildigi bir film, ornegin yuzuk hem bagliligi hem askin olumsuzlugunu temsil ediyor. Lotus agaci yine olumsuzlugu temsil etmektedir.

Filmin sonlarina dogru Ispanya kralicesi balonun icerisinde beliriyor ve soyle bir soru soruyor, ``Ispanyayi esaretten kurtacak misin?`` Ispanyayi esaretten kurtarmasi ayni zamanda senin Havvan olacagim sozununde yerine getirilmesi gibidir, boylece hem izziye hemde ispanya kralicesine aslinda tek bir aska ulasmis olacak.

Eszamanliligi, mekanin ortadan kalktigini ve herseyin bir dongu icerisinde isledigini belirten en guzel ayrinti filmin sonundaki Lotus cicegidir. Tom balonun icerisinden ciktiktan sonra olumsuzlugu elde ediyor ve yine olumsuzlugu vaadeden bir cicege yani lotus cicegini bir parcasi oluyor. Tekrar 21. yuzyilda Izzi lotus ciceginden bir parca alip Tommy`ye veriyor, Tommy de olumsuzlugu temsil eden daha dogrusu olum ve yasamin , sebep-sonuc ilişkisinin ayni anda gercekeleştigini temsil eden cicegi Izzi`nin mezarina birakiyor.

Filmin inanilmaz etkileyici muzigi, askin olumsuzlugunu konu alinmasi ve bu olumsuzlugu yasatmak icin harcanan enerji filmi cok daha farkli bir boyuta tasiyor.

Director: Darren Aronofsky



Hazırlayan Selçuk Avcı'ya teşekkürler.

28 Mart 2010 Pazar

Senaryo Yazım Teknikleri ve Önemi

Sinemada en önemli konu senaryodur.

Farklı şekilde senaryo yazım teknikleri mevcuttur. Senaryo oluşmadan önce bunu 2 ön aşamaya ayırabiliriz.





  • Sinopsis


  • Tretman


Bunlardan sonrada senaryo gelir. Sinopsis veya tretman illa senaryo öncesi yazılıcak diye bir kaide yoktur. Hiç yazılmadan direk senaryoda geçilebilir. Senaryo sonrasındada yazılmayabilir.

Sinopsis nedir?

Sinopsis senaryonun hikayesini kısaca ön hatlarıyla düz metine dökmektir. Bu ayrıntıları pek içermez, diyalog içermez yada karakterler hakkında derinlemesine bilgiler vermez. Çekim aşamalarını ve senaryoda yer verilicekse önemli çekim açılarıda sinopsisde yer almaz.

Sinopsis'e örnek Barda filminin sinopsisini tahmini olarak ben veriyorum;

Eğlenerek ve gelecek hayalleri kurarak yaşamlarını devam ettiren bir kaç genç vardır. Bir gün her zaman olduğu gibi barda eğlenirlerken bara gelen madde bağımlısı ve serseri kişiler tarafından dövülür, tecavüze uğrar ve başlarından türlü olaylar geçer. Daha sonra barın davetsiz misafiri olan kişiler barda sabaha karşı polisler tarafından yakalanırlar. Mahkemede ise bazı olayları inkar etmektedirler.



Tretman nedir?

Tretman olayların sırasına göre ayrıntılı bir şekilde metin olarak yazılması olarak adlandırılabilir. Tretmanda senaryo öncesi daha çok netlikleri belirleyebiliriz. Olayların gidiş şeklini düzeltebilir yada daha uygun şekilde düzeltebiliriz.

Tretman'a örnek olarak yine barda filminin tahmini örnek kısa tretman'ını yazıyorum;

- Barda 6 genç biralarını içerek eğlenmektedirler. Son biralarıdır ve gideceklerdir. Ortamda artık geç saat olması dolayısıyla sadece onlar ve barmen kalmıştır.

- İçeriye bir adam girerek göz gezdirir ve dışarı çıkar. Tekrardan içeri girip çıkan adamla beraber 5 kişi içeriye girer. Barmen " bar kapandı servis yok" der. Buna rağmen ısrarla içmek istediklerini söylerler.

- Kızlar biralarını içtikten sonra biri. " tuvalete gidicem sonra gidelim artık" der. Buna rağmen erkeklerden birisi "hayır gitmiyoruz burdayız" der. Orda durmaya devam ederler. Diğer gruptan kızlara sarkıntı olmaya başlanır. Egzoscu Selim " siz bir tane içene kadar biz on tane içeriz" der.

Şimdi ise senaryo yazımına geçelim.
Daha sonra bu aşamalardan sonra senaryo yazımına geçilebilir yada dediğim gibi direk senaryoylada başlayabilirsiniz. Senaryonun belli bir yazım şeklide yoktur aslında. Özgün olarak davranılabilir fakat genellikle bu şekilde yazılır.

Senaryo yazımı biçim açısından 2 ye ayrılır.





  • Amerikan tipi senaryo yazımı


  • Fransız tipi senaryo yazımı


Bu tipler sadece şekilden ibarettir.


Amerikan tipi senaryoda olaylar, olucaklar çevre mekan vs gibi ayrıntılar düz metin olarak yazılır. Bir kaç satır boşluk bırakılarak altında ortalanmış
şekilde diyaloglar yazılır. Buna tercihen çekim açıları kaba taslak çizilerek eklenebilir.

Örnek olarak Amerikan formatı senaryo ;




Fransız tipi senaryo yazımında sayfa ortadan 2 ye bölünür. Sol tarafa olaylar, olucaklar, çevre mekan vs. yazılabilicek olaylar düzlemi yazılır. Sağ tarafta ise diyaloglar yer alır.

Örnek olarak Fransız formatı senaryo ;




Her iki tip senaryodada sahne numaraları yer alır. Ve sahnelerin iç mekansa , iç. Dış mekansa , dış olarak adlandırılması yapılır. Her sahneye numara verilir. Karakterlerin isimleri yer alırlar.


Senaryo yazmanın incelikleri şöyle sıralanabilir;

Sinemayı sinema yapan ayrıntıdır bu açıdan senaryonuz ne kadar ayrıntı içerirse o kadar iyi olucaktır. Gereksiz ayrıntılar olmamalı ama gerekli ayrıntılarda senaryoya kesinlikle eklenmelidir. Senaryo hayal gücünüze kalmıştır. Yaratıcı olmak senaryo yazımında çok önemlidir. Stanley kubrick bunu şu şekilde açıklar. " Yaratıcılık yeteneğim olsaydı tanrı yerine senarist olurdum"

Senaryo kısa filminiz yada filminiz yada her neyse reklam filminizin en önemli noktasıdır.Başarılar.

25 Mart 2010 Perşembe

"Bu ödül için filmi 2500 kişilik bir kurul değerlendirmiş. Neredeyse bizim izleyicimiz kadar"

Yeşilçam ödülleri Ntv'den canlı olarak yayınlandı ve en iyi ödül filmine Nefes filmi layık görüldü. Törende en önemli an ise şu oldu. En iyi yönetmen ödülünü
Hayat var filmiyle alan Reha Erdem şu sözleri söyledi. “Bu ödül için filmi 2500 kişilik bir kurul değerlendirmiş. Neredeyse bizim izleyicimiz kadar.” Bu sözün
ülkemizde sanata ve sanatçıya bazen ne kadar değer verildğinin göstergesi. Gayat güzel bir filmle en iyi yönetmen ödülünü alan Reha Erdem ve neredeyse
kurulunuz kadar sinemada izleyicimiz vardı diyor.

Ayrıca Hayat var filminin genç oyuncusu Elit İşcan'da en iyi genç yetenek ödülünü aldı.

Diğer ödüller şu şekilde.

En İyi Film: Nefes: Vatan Sağ Olsun
En İyi Yönetmen: Reha Erdem-Hayat Var
En İyi Kadın Oyuncu: Binnur Kaya-Vavien
En İyi Erkek Oyuncu: Mert Fırat-Başka Dilde Aşk
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Cemal Toktaş-Güneşi Gördüm
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Derya Alabora-Pandora'nın Kutusu
En İyi Görüntü Yönetmeni: Soykut Turan-Güneşi Gördüm
En İyi Senaryo: Engin Günaydın-Vavien
En İyi Müzik: Atilla Özdemiroğlu-Vavien
En İyi Genç Yetenek: Elit İşcan-Hayat Var

7 Mart 2010 Pazar

82. Oscar Ödülleri Sahiplerini Buldu

Dün gece 82. oscar ödülleri sahiblerini buldu. Tahmin ettiğim gibi Avatar en iyi film ödülüne layık görülmedi. Aslında buna birazda sevindim. Populer kültürün abartısıyla bir yerlere gelmiş bir filmin bu ödülü almaması gerekliydi. Büyük bie çoğunluğa göre Avatar en iyi film ödülünü alıcaktı. Ödül The Hurt Locker - Kathryn Bigelow ' e gitti. Ayrıca Yönetmen Kathryn Bigelow en iyi yönetmenlik ödülününde sahibi oldu.

Hayal kırıklığı yaşadığım bir nokta ise Haneke. Nasıl olurda Haneke eli boş döndü. Açıkçası buna üzüldüm. En iyi yabancı film ödülü ise Haneke'nin White Ribbon'una değilde El secreto de sus ojos' a verildi. Bu film hakkında bilgim yok izleyip görücez ama Haneke'nin filmini aşırı beğenmiştim.


Ödüllerin listesi şu şekilde ;

En İyi Yönetmen: Kathryn Bigelow (The Hurt Locker)

En İyi Film: The Hurt Locker

En İyi Erkek Oyuncu: Jeff Bridges (Crazy Heart)

En İyi Kadın Oyuncu: Sandra Bullock (The Blind Side)

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Christoph Waltz (Soysuzlar Çetesi)

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Mo'Nique (Precious)

En İyi Orjinal Senaryo: The Hurt Locker (Mark Boal)

En İyi Uyarlama Senaryo: Precious (Geoffrey Flechter)

En İyi Animasyon: Up/ Yukarı Bak (Pete Docter)

En İyi Yabancı Film: El Secreto de sus Ojos (Arjantin)

En İyi Görüntü Yönetmeni: Avatar (Mauro Fiore)

En İyi Sanat Yönetmeni: Avatar (Rick Carter, Robert Stromberg, Kim Sinclair)

En İyi Kostüm Tasarımı: The Young Victoria (Sandy Powell)

En İyi Kurgu: The Hurt Locker (Bob Murawski, Chris Innis)

En İyi Makyaj: Star Trek (Barney Burman, Mindy Hall and Joel Harlow)

En İyi Şarkı: The Weary Kind - Ryan Bingham ve T-Bone Burnett (Crazy Heart)

En İyi Müzik: Up (Michael Giacchino)

En İyi Görsel Efekt: Avatar (Joe Letteri, Stephen Rosenbaum, Richard Baneham, Andrew R. Jones)

En İyi Ses Kurgusu: The Hurt Locker (Paul N.J. Ottosson)

En İyi Ses Miksajı: The Hurt Locker (Paul N.J. Ottosson, Ray Beckett)

En İyi Belgesel (Uzun): The Cove (Louie Psihoyos)

En İyi Belgesel (Kısa): Music by Prudence (Roger Ross Williams ve Elinor Burkett)

En İyi Kısa Film: The New Tenants (Joachim Back and Tivi Magnusson)

En İyi Animasyon (Kısa): Logorama (Nicolas Schmerkin)



Ödül törenini link olarak ekleyeceğim. İzleyebilirsiniz.

3 Mart 2010 Çarşamba

Dialoğun İşlevleri Üzerine




  • Diyalog anlamı ve yeri açısından gerçekçi ve inanılır olmalıdır. Kişilikler/tipler konuştuklarında, bu tiplerin yalnızca bu biçimde konuşabilecekleri izlenimini edinmeliyiz.
    Diyalog, kişi ve durumun oluşturduğu bütünün organik bir parçası olarak gelişmelidir. Diyalog bütünü belirlememeli, fakat bütün tarafından belirlenmelidir.


  • Diyalog, konuşan kişiyi belirlemeli tanımlamalıdır. Kişinin kendisini ifade ediş biçimi bize bu kişi hakkında çok şey anlatacaktır. Burada amaçlanan, kişinin söylediklerinin anlamı değildir. Aynı derecede önemli olani sözcüklerin duygusal önemi, söylenenlerin neyi gizlediği vb. gibi şeylerdir.


  • Diyalog, konuşanın duygusal halini yansıtmalıdır. Burada da, söylenenlerin çok nasıl söylendiği önemlidir.

  • Diyalog, dinleyeni ya da hakkında söz edileni tanımlamalıdır. Gördüğümüz kişi çevresindekilere karşı saygısız ve küçümseyici iken, belirli bir kişinin ortaya çıkması ile dikkatli ve saygılı hale geliyorsa, yeni gelen kişinin herhangi bir şey söylemesine ya da yapmasına gerek yoktur. Çünkü zaten çok özel bir kişi olarak biçimlenmiştir. Benzer bir şekilde, bazı kişilerin arkasından konuşulan şeylere de o kişiler hakkında çok bilgi edinebiliriz.

  • Diyalog hareketi ilerletmelidir; dramada itici güç olmalıdır. Hernrik Dyfverman'ın sözleriyle " diyalog genel ya da özel olarak bir kişiye ait olmalı, bir kişiyi etkilemeli, olaylar üzerinde etkili olmalıdır"

  • Diyalog bilgi vermelidir. Fakat bilgi kapsamdan doğal olarak çıkmalı, kişinin ağızdan çıkan sözlerle anlatılmamalıdır. Kişilerin/ tiplerin yazarın yazdıklarını söyledikleri izlenimini seyirciye vermekten daha kötü bir şey yoktur.

1 Mart 2010 Pazartesi

Sinema Ve Teknoloji




Sinemanın gelişiminde teknolojinin önemi büyüktür. Sinema ve teknolojinin gelişmesiyle, sinema teknolojileride gelişmiştir. Fakat son yıllarda bazı filmler var ki sanatsal anlamda değilde sadece teknoloji üzerine kurularaktan bir kaç bilgisayar efektiyle izleyiciye sunuluyor.

Son 10 yılda sektöre giren ve giderek kendini geliştiren bir alan ise animasyon filmler. Güzel olarak hazırlananları fakat nedendir bilemiyorum anime filmlerde
bana gerçek sinemadan çok uzak geliyor ve her ne kadar iyi olsalarda izleme isteği uyandırmıyor.

Sinemada yapay efektlerin izleyici tarafından beğenilmesi filmlerin başka yönden kalitesini düşürüyor. Başta senaryolar olmak üzere diyaloglar çok kısır ve
akılcı olmuyor. Film müzikleri sadece olsunda nasıl olursa olsun gibisinden yapılıyor. Sinema severlerin sadece filmdeki efektlere bağlı kalarak
filmleri yüceltmemesi bunun bir nebze önüne geçecektir.

28 Şubat 2010 Pazar

Fotografçılığa Giriş İçin Bir Kaç Temel Küçük İp Uçu

Kücük diyafram uzağa doğru netsizleştirir yani flulaştırır, yakının netliği yüksektir.

Düşük enstantene hızı durgun objelere

diyafram aralıgı büyüdükçe uzak net olur.
diyafram aralığı küçülürse yakın netleşir


enstantene hızı makinaya ışığın ne kadarda girip çıkacağını bildirir bizlere.
1 sn, 3 sn 10 sn vs.. düşük enstanteneyle bir anı yakalayabilirız yuksekle 5 sn sonra olucak bir olay anını gibisinden.



Konstrat renk gecişi olarak adlandırılabilir. Birden maviden açık maviye geçis olabilir veya bu geçis yavaş yavaş olabilir. Işık ne kadar çoksa konstrat o kadar artar. Konstrat oranı eğer yüksekse fotografa derinlik verir. Bu alçakta olabilir kış gününde mesela.
Işık daha azdır geçişler yumuşaktır. Işığın geliş yönüde konstrat oranını belirler.


ışık türleri
a. cepheden gelen ışık: pek gölge olmayacağı için derinligi azaltır ama nettir.

b. yandan gelen ışık: dramatiklik katar,derinlik sağlar düzgün kullanılırsa.

c. yukarıdan gelen ışık : aşırı parlamalar ve derinlikler oluşturabilir pek tercih edilmez.

d. arkadan gelen.: güneşin önünde insan gün batıyor karartılı olur.


ışık renkleri kelvinle adlandırılır 5000 kelvın gün ışığıdır. Kışın ve yazın farklı ışıklar vardır. Kırmızı mavi ve yeşil.

Kırmızı sıcak mavi soğuk bunları düzenlemek içinse. Maviyi azaltmak icin kırmızı kırmızıyı azaltmak için mavi filtre kullanılır.

27 Şubat 2010 Cumartesi

Sinemada Anlatım Şekilleri Üzerine



Sinemada iki biçim düzlemi mevcuttur; olaylar ve biçim düzlemi mevcuttur. Olaylar kişilerle anlatılabilir. Biçim düzlemi bir kamera hareketi ve benzeri olabilir.Örnek filmler; Joseph Losey - accident - ev kaza huzursuzluk (anlatım yolları olayla veya biçim düzlem)
Direk olarak kişiler üzerinden anlatım olabilir yada müzikle kamera hareketiyle bu bildirilebilir. Mutlu bir ev içinde dışarıdan gelen kaza sesi o mutlulugu biraz bozabilmektedir.

Üç anlatıcı varlıgı vardır;

1.Karaktere bağlı bakış açısı
2.Herşeyi bilen bir bakış açısı
3.Tarafsız gözlem bakış açısı

Sinemada altı anlatım işlevi vardır. Bunlar açıklamaları ile şu şekildedir.

•Gerçekci : Somutlaştırma gerçeğe uygunluk
• Dramatik : Kameranın odaklanması ve gösterdikleri olabilir.Örnek; Bir bıcagın ekranda yer alması filmi etkiler suratlar ve davranışları değişir.
•Tematik : Maddelerden yola cıkarak anlatım olur. Oyuncular bunu farketmez izleyici anlamalıdır. Örnek; Filmde teknoloji tartışılıyor ve kahve makinasını çalıştıramayan rolde kişi.
•Lirik duygu atmosferi oluşturmaktır: Dramatik ve tematik sahneler lirikle yani bir müzikle vs. desteklenebilir. Arkadan geçen bir kuş, özgürlük için
bağdaştırmalara yer verilmelidir. Başarısız olursa izleyici filmden kopar dönmesi zor olur bu yöntemde.
• Güldürü : Bir olayı baştan ayarlayıp gülme sağlamak. Oyuncunun kokaine doğru hapşurması ve kokainin ucusması bu sahne oncesi kokainin cok pahalı oldugu belirtilmiştir. Örnek film;
Annie hall - kokain güldürü
• Gereksiz, olmayan işlev : Teknik aksaklıklarla ortaya cıkabilir. Çok ışıklı bir ortamda çekim, filmin bir bölümünün tekrar etmesi (psikolojik rahatsızlık
olarak lanse edilebilr) vs bunlar dezavantajdır avantaja cevrılebilir zorda olsa.

stop motion: Filmler de sahnenin normal çekim hızından daha düşük hızı, ağır çekim olarak adlandırılır.
over exposed: Fazla ışıklandırılmış filmlerdir.

back projection : tekrar gösterim anlamındadır, tekrar çekimde denebilir.


over exposed : Tekniksel aksaklığın beğenildiği filmler ve bunların teknik hali alması. Yani tekniksel aksaklığın ters tepmesi yerine izleyiciye olumlu görülmesidir.Buna örnek olarak şu filmleri verebiliriz.

Marnie - aşırı ışıklandırma - Hitchcock

sadwust and tinsel - aşırı ışıklandırma - Ingmar Bergman

15 Şubat 2010 Pazartesi

Funny Games - Michael Haneke




Bildimiz gibi Funny Games tekrar cekimdir. Haneke 1997 de almanca cektigi filmi tekrar U.S versiyonunda cekmistir.

Haneke ``sessiz gerilimi`` basarabilen ender yonetmenlerdendir, Bunu cache ( SAKLI) filmiyle tam mansiyla kanitlamistir. Funny Games filminde siddet cok farkli sekilde ele aliniyor. Mesela su sorular bize soruyor.

Siddet insanin dogasinda mi var, yoksa ogrenilmis bir davranis midiir?

Siddet icin bir sebep mi aramak lazim, yoksa bir ihtiyacin parcasi midir?

Siddet kendi cikarlarimiz icin kullanildigi zaman ( guvenlik, teror vs...) mubah oluyorda zevklerimiz icin kullanildiginda neden mubah olmasin?

Filmin bizi bu sorulara yonlendirmesi dahi cok onemlidir. Haneke filmlerinde merak ve ardindan gelen sessiz gerilim on plandadir. Haneke bazi sahneleri istiyerek uzun ceker cunku bu izleyicide merak uyandirir. Ornegin cocugun oldugu sahnede, cocuk gosterilene kadar kimin oldugunu bilmiyoruz , sadece tahmin ediyoruz ve bu bizde merak uyandiriyor. Uzun sahne cekimlerinin bir nedeni ise izleyiciyi olayin icerisine sokmak istemesindne dolayidir. Kisiyi oyunun bir parcasi haline getirmek istedigi sahne Paul`un kameraya donup izleyiciyle konustugu sahnedir.

Funny Games bir cok yonu ile farkli bir gerilim tarzi yaratmasi acisindanda on plana cikmis bir filmdir. Burada seyirci bir taraf tutup tutmamasinin yani sira siddeti farkli bir acidan ele almasi gereklidir.

Funny Gamesin bir onemli ozeliigide bir cok diyalogun sinir bozucu olmasidir, tabikide bu diyaloglar ozenle secilmistir. Cunku bu da oyunun bir parcasidir. Psikolojik baski altina alip , sinir bozucu eylemlerin ve cumlelerin kurulmasi bir cogumuzun sevmedigi bir tarz olabilir fakat insan psikolojisini zorlamasi acisindan bir cok yonu ile ders niteligindedir. Ornegin ( Naomi Watts ) Ann Farberin soyunmasini istedikleri sahne veya basit sorularin soruldugu sahneler. Veya heran bir kisinin olebilecegi bir durumda basit diyaloglar kurulmasi, sinir bozucu hareketler...

Ayrica filmin basindaki iki farkli muzik tarzida ozenle secilmistir. Sessizlik ve kargasa zit sekilde ifade edilmistir.

Funny Games ayni zamanda seri cinayetleri icerisinde barindirmaktadir, Ann ve George tatilden donup komsularina seslendiklerinde Paul ve Peter da oradadir. Baslarina gelecek olaylarin baslangici ilk bolumde gosterilmistir.


Paul ve Peter planladiklari oyundan ve siddetten sinsi sekilde haz almaktadirlar cunku siddeti bir maddi kazanc veya kariyerleri icin degil, siddeti farkli sekilde kullanmaktan hoslanmaktadirlar. Kelime oyunlari, sinir edici diyaloglar, sadomazosizm ve fetisizm bu karakterlere uyan kavramlardir. Paul ve Peter her ne kadar saf gibi gorunselerde aslinda planladiklari oyunu cok iyi bilmektedirler.Bizler izleyci olarak bu tur seylerin gercek hayatta olmasindan rahatsizlik duyariz fakat filmde izlenildigi zaman bu tur kavramlar uzerine daha cok zaman ayrilip konusulmasi gerektiginide bilmeliyiz. Funny Games ayni zamanda ``rahatsiz edici filmler`` kategorisindede ust sirlarda yerini almistir.


Bir cogumuz toplumun insanlara bictigi`` iyi aile cocugu`` rolunu oynasini cok sever, boylece insanlarin taktirini kazanir, istedigimiz kisi elde eder, gerekli insanlarinda gozunu girecegimizi dusunuruz. Fakat ne kadar iyi olsakta , amaclandigimiz veya samimi sekilde istedigimiz seyleri elde edemedigimizde , toplumdaki bireylere karsi acimazsiz bir siddet duygusu hissedebiliriz.Iste bu siddet duygusu, icerimizdeki ,kin, ofke, ve en onemliside nefreti aciga cikarir. Bu tur duygulari bir sebebe baglayarak yorum getirebilirsiniz, ( psikologlar bunu yapmayi cok sever) peki ya ortada bir sebep yoksa?

Selçuk AVCI

13 Şubat 2010 Cumartesi

Deli Deli Olma - Murat Saraçoğlu




Gençliklerinde birbirini deli gibi seven iki insanın yaşlılık öyküsü. Konuşmalarda yöresel şiveye önem verilmiş buda oyuncuların ağzına çok yakışmış. Konunun derinine indiğimizde iki seven insanın aslında sadece din, ırk ayrımı yüzünden bir araya gelemediğini öğreniyoruz.

Filmin çok uzatılmaması güzel olmuş ve tam bitmesi gereken yerde bitiyor. Gereksiz sahneler yok ve orada ki toplumsal yaşam ve insanların kültür seviyesi yönündende aktarımları başarılı.

Filmde erkek karakter Mişka yalnız ve kimsesiz bir yaşam sürmektedir. En sonunuda babasınıda kaybeder ve yalnızlığına yalnızlık eklemiştir böylelikle. Popuç ise Mişka'ya gençliklerinde beraber olamadılar diye karşı cephe almıştır. Mişka'nın onu istemediğini düşünür. Ama herşeye rağmen Mişka ölürken yanında Popuç vardır!

Hayat Varmıymış ?



Hayat Var - Reha Erdem

Reha Erdem'in 2008 yılında vizyone giren Hayat var filmi beş vakit filmindeki gibi çocuklar üzerine kurulmuş. Hayat adlı çocugun yaşadığı bunalımı ve zorluklarını anlatıyor. Filmin arkasından gelen çocugun sıkıntıdan inleme seside izleyiciyi geriyor.

Anne ve babanın boşanmış olması ve sorumsuz davranışlarda bulunması nedeniyle Hayat'ın üzüntülü, çevreden uzak ve yalnız bir yaşam sürmesine sebep oluyor. Derin bir şekilde çocugun psikolojisi ekrana
eksiksizce yansıtılmış. Filmde konuşmalara pek yer verilmemiş ama görüntüylede çok şey anlatabiliyor. Ayrıca Orhan Gencebay'ın bir şarkısı filmin müziği olmuş. Reha Erdem bu filminde çocukların sevgiye, ilgiye ihtiyacı vardır demek istiyor.

Hayat filmin sonlarına doğru ise 15 yaşlarında bir çocukla sıkıntılı yaşamından uzaklara kaçıyor. Belkide o yaşına kadar hayat var'mış diye ilk o zaman düşünüyor.

8 Şubat 2010 Pazartesi

Lost Highway - David Lynch

Sinema sanatının belki de en karmaşık figürlerinden, kara filmlerin ustası, yoldan çıkmış karakterlerle dolu filmlerin yönetmeni David Lynch , filmlerinde simgelere, ruya-gercek ve gercek ustu olaylara yervermektedir. David Lynch nin bir cok filminde , filmi giris –gelisme ve sonuc uclusune dayandirmaya calismak yapilacak en buyuk hatalardan birisidir. David Lynch Hesapli ve amaclidir buna karsilik ``anlam`` onun dikte ettigi, uzerinde direttigi bir son nokta degildir. Lynch filmlerinde ``amac`` filmin verdigi mesaji anlamaya calismak olmamali , aksine filmdeki duygusal butunlugu hissetmek olmalidir.

Kendi Ağzından

"Herşeyin ne anlama geldiğini ya da nasıl yorumlanacağını bilmemek daha iyidir, çünkü aksi takdirde olayları kendi akışına bırakmaya korkarsınız. Psikoloji, gizemi ve büyü niteliğini yok eder. Anlamlardan konuşmak beni çok rahatsız ediyor. Çünkü anlam çok kişisel birşeydir ve herkese göre değişir..."

"Gizemi ve bilinmeyeni severim; neler olup bittiğini bilemediğim için karanlık ortamları da… Dış görünüşün altında bir şeyler saklı olduğu fikrinden hoşlanıyorum ve sanırım insanlar bilmedikleri bir şeyi veya daha önce hiç bulunmadıkları bir yeri seyretmeyi seviyorlar."

David Lynch filmleri uzerine 10 kavram

1 – Simgesel/Objesel Anlatim
2 – Ruya – Hayal ve Gercek uclemesi
3 – Zaman unsurunun farkli sekilde kullanilmasi veya hic kullanilmamasi
4 – Sarisin ve esmer kiz ikilemi
5 – Farkli muzik tarzi
6 – Anlam karmasasi
7 – Fetisizm
8 – Sex
9 – Rahatsiz edici temalar
10 – Kurgusal Zeka

Gelelim Lost Highway Filmine


1 - Oncelikli sunu aklimizdan hic cikarmayalim. Filmde Fred karakteri filmin başından beri hapishanededir..Karısını öldürmüştür çünkü kendisi iktidarsız olduğu için onu Dick'le ( Porno Film Yapimcisi) aldatmıştır. Dick bir porno şirketi sahibidir.Böylelikle Fred'in karısı Renee cinsel tatminsizliğini yenmek istemektedir.

2 - Filmin basindan Fred``in hapishaneye girmesine kadar olan bolum Fred`in gercek hayattaki tanidiklaridir. Yani gercek karisi Renee( Siyah sacli) `dir. Iki dedektefin eve gelip inceleme yapmasida aslinda karisinin olumunden dolayidir. Maskeli gizemli adam ise Fred`in basindan beri kendi kafasinda yarattigi birisir, yaptigi seyelre yon vermesini saglayan ya da oyle dusunmesini saglan kisidir. Eve surekli gizli video kasetlerinin gelemesinin anlamida , Fred `in kendi ile yuzlesmesini saglamak icin bir nedendir.

3 - Fred partiden cikip Renee ile eve donerken aralarinda bir konusma gecer. Burasi cok onemlidir. Renee Moke adinda bir yerde Andy ile tanismis ve Renee`in Porno sektorune girmesi de boyle baslamistir. Bu sekilde Fred`i aldatmistir.

4 - Simdi gelelim Fred`in hapishane den sonra beyninde yasadiklarina. Buradan sonraki izlediklerimiz, gercek karakterlerin ismini Fred kendi yarattigi dunyada degistirmistir. Hapiste, aldatılmış olmanın hırsını yenemediğinden ve karısına aşık olmasına rağmen onu cinsel açıdan tatmin edememenin vermiş olduğu eziklikten dolayı kendisinin tam aksi olan bir Pete karakteri yaratmıştır. Doktor Fred`e son zamanlarda uyuyup uyumadigini sorar Fred ise uyuyamadigini soyler, duzenli uyku uyuyamadigindan dolayi beyninde catismalar ve flashback dedigimiz gel-gitler yasamaktadir. Eddy`in( Aslinda Dick) otomobil tamircisinde yaninda getirdigi Alice (Aslinda Renee ) karakteri Fred`in karisinin onu arzulayan , isteyen halidir. Fred bu beyninde ole olmasini istedigi icin sarisin yapmistir ve ismini degistirmistir. David Lynch nin sarisin-esmer kiz ikilimine iyi bir ornektir. Boylece Fred kendi yarattigi utopyasinda hem karisini tatmin etmis olacak hem de Dick ve Andy `den intikam olmis olacaktir.


5 - Tam olarak Fred`in Alice ve Pete karakterlerini kafasinda yarattigi an doktorun ilac verip Fredi odasina yollamasindan sonraki andir. Yani Fred`in hapishane kapisindan dogru baktigi andir. Ve muthis bir yonetmen zekasi tam burada anliyoruz.. Gardiyan odalari kontrol ettiginde Fred kendi yaratmis oldugu karakter Pete oluyor. Simdi diyebilirisiniz ki gardiyan ve digerleri nasil Fred`i Pete olarak goruyor. Cok basit cunku Fred kendi beyninde bunu oyle olmasini istiyor, yani oyle hayal ediyor ya da gerceklessin istiyor.

6 - Yine cok guzel bir ayrinti suradadir , size cok onemli dedigim yeri hatirlayin. Filmin sonlarina dogru Alice`e Pete e derki; Eddy ile Moke diye bir yerde tanistigini ve Porno sektorune de ole girdigini soyler, bu bize aslinda Fred`in karisi yani Renee `in arbada soylediklerinin aynisdir. Yani Renee aslinda bu sekilde porno sektorune girmis ve Fred`i aldatmistir. Nasil oldugunu zaten bir sonraki sahnede (Ailce`nin soyundugu sahne) gormekteyiz.

7 - Pete karakterinin Seila adinda biriyle surekli cinsel iliskiye girmesinin nedeni sudur; Fred kendi beyninde Pete karakterini cinsel iktidari guclu olan birisini yarattigi icin ( yani tam kendinin zit karakteri) bize bunu gosteriyor, ayni zamanda bundan su yorumda cikabilir, eger Fred iktidari yerinde olan birisi olsaydi daha fazla cinsel iliskileri olurdu. Belki de beyninde yarattigi Pete karaktei Saila`yi aldattigi gibi kendisi de gercek hayatinda karisni aldatabilirdi.

8 - Pete otomobil tamircisinde kendi caldigi bir muzigi radyoda duyar ve ondan hoslanmadigini soyler. Yani Fred o anda kendi dunyasinda guzel giden bir hayati yasarken gercek hayatinda kendisyle yuzlesen bir ses duyar bu yuzden radyoda duydugu muzigi begenmez., cunku Fred kendi hayati degil Pete gibi bir hayati hayal eder.

9 - Filmin basinda sari cizgili yol cikmasinin nedeni bize bir yolculuk ve surekli gitmeyi hatirlatiyor. Yani Fred`in kendi beyninde yaptigi yolculugu.sembolize ediyor.

10 - Col gibi bir yerde Pete Alice`ye neden kendisini sectigini sorar . O da hala beni istiyorsun di mi? Herzamankinden cok diye cevap verir. Iste burada Alice yani Renee`in zit karakteri neden Pete sectigini yani Renee `in neden Fred`i secmedigini anliyoruz, Cinsel iktidara sahip olan kisi secilmistir.

11 - Colde Pete ve Alice sevistikten sonra Alice Pete`nin kulagina aynen sunu soyler: Bana asla sahip olamassin. Simdi bu cumlu o ortami bozan bir cumledir, yani az once birbirlerini cok isteyen iki kisiden birisinin soyledigi sey ortami bozan yani o duruma ait olmayan bir seydir. Iste tam burada Pete Fred karakterine donusur yani Fred`in beyninde bir geri donus , gel – git yasar. Bu yuzden o cumlenin ortami bozmasi Pete nin Fred`e donusmesini saglar. Tabiki bunlarin hepsi Fred`in hapisahanede uykusuzca gecen gunlerindeki beyninde yasanmaktadir.


12 - Gelelim ``Lost Highway `` Hoteline . Fred hotele gidince (dikkat edelim burada gizemli karakter bize Alice nin Renee oldugunu soyledi) 25 numarali odaya, cunku 26 numarali odada porno yapimcisi gercek hayattaki esi ile yani Renee ile cinsel iliski yasiyor. Simdi burada iki cesit yorum yapabilriz. Birincisi burada Fred gercek hayatta yasadigi bir flachback olayina donmustur yani gercekte de Renee`in kendisini aldattigi an boyle olmustur ve Fred onlari yakalamistir diyebiliriz. Ikinci yorumda su sekilde olur Fred hala kendi yatarattigi bir utopyanin icerisinde oldugu icin olayin oyle gerceklesmesini saglamis ve bu sekilde de porno yapimcisindan da intikamini almis olacaktir.


13 - Guzel bir ayritiyida anlatip son bolumdeki muthis ayrintiya gecegim. Colde Pete Fred`e donustukten sonra gizemli karakterimiz yani Fred`in kendi beyninde ona yon vermesini ve yapmasi gerektigi gibi davranmasini saglayan ( Porno Yapimcisini oldururken bicagi gizemli karakter veriyor) kisi ortaya cikiyor. Burada Alice nin adininRenee oldugunu eger sana Alice dediyse yalan soylemis olacagini belitriyor, buradanda anliyoruz ki Fred o karakteri beyninde yaratmisir.


14 - Gelelim son bolum ve en kafa karistirici oldugunu dusundugumuz bolume. Filmin sonunda Fred evine gelir ve megafona filmin en basinda oldugu gibi sunu soyler ``Dick Laurent oldu`` der. Ilk cumlemi iyi hatirlayin Fred filmin basindan beri aslinda hapishanededir, evi olarak gordugu yer aslinda beynidir. Bunu anlamanin en kolay yolu partide Fred`in gizemli karakterle yaptigi konusmayi hatirlayin. Gizemli karakter soyle der ben aslinda su an senin evindeyim, yani o anda Fred hapishanede gizemli karakterde Fredin beynindedir. Filmin sonunda kendi kurmus oldugu utopyada yani Pete karakteri ile yasamak istedikelri yasadiktan sonra ve Porno yapimcisini da oldurdukten sonra beynindeki utopya tamamlanmis oluyor. Ve gorev beyninde tamamlandigi icin kendi kendine yani beynine aynen sunu soyluyor. Dick Laurent oldu..

15 - Polislerin pesine dustugu an da, beyninde yatarattigi karakterler gorevlerini tamamladigi icin bir gercege donus ve cildirma ani yasaniyor yani tekrar gerceklerle yuzyuze gelmis oluyor. Sonuc Fred hic hapisten cikmadi. Sadece yasadiklarini ve yasamak istediklerini beyninde kurgulayip bize anlatti.


Hazırlayan Selçuk AVCI'ya teşekkürler