30 Ocak 2010 Cumartesi

Funny Games

Michael Haneke'nin sanat işkence yapılmış ev kitleler yıldır, ama gizlenmiş son başarısı ona bir şans kitleler onun çatışmacı gerilim testi izin verdi. Sonuç Bu İngilizce dil onun 1.997 anti-remake sömürü filmi Funny Games, A-list cast ve büyük stüdyo desteğiyle tamamlandı. Her ne kadar filmin fikir olarak da ilk kez edildi etrafında hala güçlü, Funny Games muhtemelen çok disorienting ve kelime-of-ana kabulü için ağız onayı gerekli kazanmak için rahatsız edici.

Naomi Watts ve Tim Roth olan yatçılık tatil Paul (Michael Pitt) ve Peter (Brady Corbet), sadist bir misyonu iki genç nihilistler tarafından güvenlik ailenin kendini beğenmiş duygusunu yok etmek için kesilirse rahat çift oynarlar. Saldırganlar 'sinsi ve sonunda aşağılanma ve yıkımı bir yorucu çılgınlığı içine geliştirmek zihin oyunları ızdıraplı. Olarak Haneke kendi hileler oynamak zorunda Ama Peter ve Paul sadece onlar oyun oynarken, değildir: karakterler doğrudan sahneler 'vardır Rewound bize ve şiddet önemli anları önünde yer take off ekran izleyici adresi. Haneke'nin niyeti mainstream sinemanın sorumsuz güç bizim suç, medya bizi sarsıla sarsıla gitme-uyuşma indüklenen tarafından kendi kitleye ikaz etmektir.

"Tim Roth ve Naomi Watts sahtesini kendilerini"

Ise orijinal film, türün Sözleşmenin beklentileri ile toyed, bu bize aktörler hakkındaki varsayımları incelemek yapar. Bunu iyice ve beklenmedik bir şekilde kendilerini küçük düşürmek, Tim Roth ve Naomi Watts izlemek, ama büyüleyici's onların aşinalık da ilk film olan elde rahatsız edici, yabancı atmosfer azaltır. Bu Funny Games commoditised şiddet kitle reddedilmesi, Haneke'nin sonunda istediği, ama o sadece birkaç dolaşıp multiplex masum terör için memnun olacaksınız duygu almak isteyecektir düşüktür.

Komik Oyunlar dışarı İngiltere'de 4 Nisan 2008 üzerindedir.

Uzak




Her karesinde güzel görüntüler barındıran fakat az diyalog üzerine kurulmuş bir film Uzak. Köyünden İstanbul'a kuzenin yanına iş bulmak için gelen bir adam ve İstanbul'da fotoğrafçılıktan para kazanarak geçimini sağlamaya çalışan bir adamın hikayesi. Nuri Bilge Ceylan acaba bu filmde kendini mi anlatıyor her iki karakterle birlikte ?

Köyde iş olanakları kısıtlı ve yoksulluk varoluşunun tek çözümü acaba İstanbul'a gelmekmidir ? Filmde insanların başkalaşımı üzerine kurulu bir yapı var. Köy ve kent yaşantısı arasında ki kopukluklar ve hayata tutunmanın aslında hiçte kolay olmadığı. İnsanlar arasında kopukluklar olsada yaşam şartları ve gelişimleri, kültürleri her birşeyleri farklı olsada yalnızlık, ulaşılmak istenen hayallerin olması ve hayatın insanlara karşı bir cephe alması .

Film 2002 Yılında Cannes film festivalinde büyük juri ödülünü ve en iyi erkek oyuncu ödülkerine layık görüldü.

29 Ocak 2010 Cuma

Eyvah Eyvah



Senaryosunu Ata Demirer'in yazdığı Eyvah Eyvah filmi 26 Şubat'ta gösterime giricek.

Ata Demirer ayrıca filmin başrol oyuncusu. Demet Akbağ'da oyuncular arasında, az ama öz projede yer alan Demet Akbağ bu filmin izlenmesine olumlu yönde etki edicektir. Filmin çekimleri ise Bozcaada ve Çanakkale' Geyikli'nin yanı sıra İstanbul'da çekildi. Kasabasında klarnet ile uğraşan Hüseyin bir yolculuğa çıkmak zorunda kalıcaktır ve film bu yolculukla başlayan olayları konu alıyor.

Ata Demirer Hangi Projelerde Yer Aldı ?

Osmanlı Cumhuriyeti - Padişah 7. Osman rolünde
Kısık Ateşte 15 Dakika - Güngör rolünde
Neredesin Firuze - Hamit Hayran rolünde
Vizontele Tuuba Telekutucu rolünde


(Güncelenicektir)

Stalker !




Stalker ; İz sürücü , şair ve bilim adamının yasak bölgeye olan yolculuğunu anlatan bir film. Merak, gizem ve bazı sahnelerde gerilimin artarak ilerliyor. Derin felsefik içeriğin üst düzey görsellikle harmanlanışı.

İnsanın iç dünyasında ki inanış, umut ve umutsuzluğa olan yolculuk. Kimi zaman en güçlü olunsada en güçsüz olana olan muhtaçlığın mecburiyeti. İnsanoğlunun yücelmek için ölümü bile göze alabilmesi. İnançların boşa çıkabilmesi sonucu büyük çöküntüler yaşanması.Gerçek mutluluğu,hakikatı bulmak istemenin uzun ve zor bir yoldan geçmesi. Peki ya gerçekten gerçek mutluluk yok ise ?

Andrei Tarkovsky bu filminde çok şanssızlıklar yaşamasına rağmen ikinci kez filmi çekmiş ve yaşadığı şanssızlıklara rağmen bu kalp krizi geçirmeside dahil bu filmi tamamlamıştır.

Yoruma oldukça açık her açıdan çok farklı anlamlar çıkarılabilicek bir film.


(Güncellenebilir)

27 Ocak 2010 Çarşamba

Kız Kardeşim Mommo



İzleyicinin yüreğinde kanatan bir yapım mommo. Annelerinin ölümünden sonra babaları tarafından terk edilmiş iki kardeşin hüzünlü hikayesi. Filme gerçek bir hikayeden esinlenilmiş.

Tüm masumiyetleriyle birbirine bağlı iki kardeş. Başka bir kadınla evlenen ve çocuklarını eşinin baskısıyla terk eden duygusuz bir baba.Hayatın zoraki öğrettikleri olur bazen insana. Terk edilmişlikte küçük yaşta iki kardeşe öğrenmeyi öğretiyor. Eski Türk filmleri tadında bir film aslında insanın yüregine bıçak saplayan filmler olurdu ya onlardan kız kardeşim mommo.Sevgiye , ilgiye ve çocuk olmanın getirdiği bir çikolata, bir gofretin yoksunluğunu yaşayan iki kardeş.

En vurucu cümle ise filmde şu oluyor; Ayşe: "dede sen evlenecen mi?", Ahmet: " dede sen evlenırsen bız nere gıtcez?" Dedeleri tarafından bakılmaya çalışırlar bir süre. Sonra ise küçük kız kardeş başka diyarlara gitmek zorunda kalır.Acımasız hayata; final sahnesiyle birlikte rahmet rahmet lanet yağdırmak isteyenlere!


Güncellenecektir

26 Ocak 2010 Salı

İki Dil Bir Bavul


İlk öğretmenliğini Doğu bölgesinde bir köyde yapıcak olan Denizli'li Emre öğretmenin hikayesi. Köydeki öğrencilerin bir çoğunun Türkçe'yi bilmemesi üzerine öğretmen ilk senesini dilini bilmeyen öğrencilere
Türkçe öğretmeye çalışarak başlar.

Uygulanan projeler yanlış mı? Yoksa doğru mu ? Yada ne yapmalıyız gibi bir takım soruları belkide izleyiciye sorduruyor. Özellikle öğrencilerin tamamiyle doğal rollerini oynuyorlar. Belli ki bütçesi küçük ama değeri toplum gerçeklerini gözler önüne sermesi ile büyük olan bir film.

Günümüzde hala daha tartışılmakta olan Kürt açılımı konusuyla alakalı olaraktan dil olgusuna çok önemli dokundurmalarda bulunuluyor. Kürtçe eğitim ve Kürt dili konusunu belgeselsel bir anlatım ekleyerek izleyiciye aktarıyor. Kimi çevrelere göre Kürt diline ve Kürt halkına asimilasyonun en baş evresi; zorunlu Türkçe eğitim.. Ve filmde andımızı okumakta olan öğrenciler; "Ne mutlu Türk'üm diyene" sözünü telafuz eden ama aslında Türkçeyi bile bilmeyen, "Ey büyük Atatürk'ün; Açtığı yolda ,gösterdiği hedefe" yürümek için hayata 5 - 0 yenik başlayanların filmi. Yıllardan beri süren ve sürmekte olan etnik köken hakkında ki siyasal tartışmaların bir Türk öğretmen ve Kürt öğrenciler arasında bile trajikomik ve dramsal tezatlıklara yol açtığını ve madur olanların yine iletişim sıkıntısı ile mesleğini gerçekleştirememe üzüntüsü içinde olan öğretmen ve onun karşısında cahilliğe, mecburiyete terk edilmiş halk maduriyetin dayanılmaz ağırlığı karşısında eziliyor.

"iki dil bir bavul"

25 Ocak 2010 Pazartesi

White Ribbon Oscar'a Doğru!


Bu yılın oscar ödüllerinde yabancı film kategorisinde şu anlık ilk 9 içine giren ve 2 Şubatta bir elemeye daha tabi tutulucak olan film Beyaz Kurdele (Das weiße Band - White ribbon) .

7 Mart 2010 'da sahiplerini bulucak ödüllerde Michael Haneke'nin White Ribbon adlı yapımı benim tahminime göre ödüle layık görülücektir.

Birinci Dünya Savaşı öncesi bir Alman kasabası filmde konu ediliyor. Çekimlerin tamamı siyah beyaz olarak tamamlanmış.

Toplumsal sınıfların ve bu sınıflar içerisinde yer alan çocuk ve yetişkinler, feodel düzen ve Alman'ların kuralcı ve disiplinini işte Naziler böylelikle oluştu dercesine anlatan bir yapıt sunuyor Haneke. Toplumsal bir takım baskıların, kadın ve erkek eşitliği konusundaki dönemin uslubunu, otoriteyi ve dini yine yoruma açık bir şekilde gözler önüne seriyor. Çoğu izleyicisine faşizm böyle böyle ortaya çıktı diye göz kırpıyor.

Türkiye'de aradan uzun bir zaman geçmesine rağmen hala daha gösterime girmemesi ise sinema adına üzücü bir durum. Ayrıca film Cannes film festivalinin en değerli ödülü olan Altın Palmiyeyi almaya hak kazanmıştı. Haneke gerçekten çok usta ve zeki bir yönetmendir tabi gösterdiklerini akıl süzgecinden geçirebilen ve algılayanlara bu yüzden birazda anlaşılması zordur.

Sinema , Müzik Ve Zeki Demirkubuz




Zeki Demirkubuz : "Sinemayle müzik kötü bir evlilik..Tuhaf bir evlilik.. Hiçbir kriteri olmayan aşağılık bir evlilik derecesinde birbirini kullanan evlilikler vardır. İnsanlar birbirlerini kullanmak için o ilişkinin içinde kendilerini bulurlar. Günümüzde müzikle sinema ilişkisi biraz da buna benzedi. O onun pisliklerini eksikliklerini kapatıyor, diğeri de onun pisliklerini kapatıyor. Bunu böyle görüyorsam, bu konu benim dikkat etmem, hatta dikkat etmemden öte tavır göstermem gereken bir konu. Bir sahneyi yeteri kadar olması gerektiği gibi anlatamazsınız yine aynı şekilde mizansenini sahnenin yazılma amacını anlatamazsanız müzik devreye girer. "


Değerli usta böyle buyuruyor sinema ve müzik ilişkisini. Hiç bir filminde müzik bulunmayan yönetmen Zeki Demirkubuz. Filmlerinde müzik sadece 1-2 sahnede vardır o müzik seside ya senaryoda televizyon izleyen rolde bir karakterle yada sahnede şarkı söyleyen bir karakterle ortaya çıkar. Müziğe sahnede yer vermek için kullanmaz.

Sinemada, müzik filmin çok iyi tamamlayıcısı olabilmektedir. Hüzünlü bir sahnede arka fona eklenmiş hüzünlü bir müzik etkiyi büyük oranda arttırıcaktır. Yada hareketli bir filmde enerjik biz müzik izleyicinin filmden daha fazla zevk almasını sağlayacaktır.

Tuhaf olan çıkarçı bir ilişki olarak görmesinide gayet doğal karşılıyorum. Evet müzik ve film birbirlerinin pisliklerini kapatıyorlar. Kimileri tek bir sahneyle herşeyi anlatabilirken, kimileri buna uzun diyaloglar ekliyorlar, kimileri ise ek olarak müzikten her sahnede destek alıyor. Zeki Demirkubuz'un anlatmak istediklerini ve vermek istediği duyguyu seyircisi müziksiz olarak anlamaya alışkın böyle bile başarısı üst düzeyde. Kendine özgün tarzı içinde müzik kullanmamasıda var. Fakat kişisel görüşüm az sahnedede olsa biraz müzikle duyguların daha da üst düzeye ulaşması fena olmaz. Korkulmasın filmlerinde zaten örtülücek pislik yok.

Kanal-İ-Zasyon 'un İzinden Gidilir mi ?



Toplumsal bir mesaj iletmesi Kanal-İ- zasyon 'un en büyük artısı olmuş. İzleyicilerin bir çoğu filmden hiç zevk almadığını ve çok vasat bir film olduğunu belirtiyorlar. Her nedense ben vasat olduğunu düşünmüyorum. Türkiye'de ki televizyon kültürünü daha doğrusu televizyonun günümüzde ne gibi bir kültür yıkımına, basitliğe ve şaklabanlıklara yol açtığı çok iyi bir şekilde aktarılabilmiş.

Eksi yönleri ise filmin neredeyse 2 saate yaklaşan bir süre boyunca devam etmesi. Film bu 2 saatte olur, 5 saatte olabilir ama işlenen konular 2 saatlik süre zarfına göre çok kısıtlı olmuş. Konusu ; tv binasının camlarını temizlemekle görevli bir temizlik emekçisi İmdat (okan bayülgen), onun çekingenliği ve tv'de çalışan sekretere platonik aşkı, ABD'de eğitim görerek Türkiye'de televizyonculuk yapan Kanal - i genel yayın yönetmenini tahtından indirerek Kanal - i genel yayın yönetmeni olması. Yayın yönetmenliği ve yeni çıkardığı programlar sonrasında gelen büyük reyting oranları.

2 saatlik süre bu çerceve üzerine kurulmuş. Belkide 1 saat 20 dakikalık bir süre izleyiciye daha akıcı bir film izlettirmek adına yeterli olurdu. Okan Bayülgen'in ise sesini ve mimiklerini nasıl iyi kullanabildiğini
bir kez daha bu filmde görüyoruz. Umarız günümüz gerçek yapımcıları Kanal - zasyon filminden yola çıkıpta ; tuvaletteyiz, hayvanım olurmusun?, kim 500 tokat ister?, asebiyet meydanı gibi programlara yönelmezler. Gerçi uyumayı,uyutulmayı seven büyük kitle tarafından izlenmezler mi ?

24 Ocak 2010 Pazar

40 (kırk) Film


Kendine özgü bir tarz ile göze çarpıcak gibi görünen 40 (kırk) filmi Emre Şahin yönetmenliğinde önümüzdeki günlerde sinemada yerini alıcak.

Filmin en önemli özelliği ise Red Kamera ile çekilmiş olan ilk Türk filmi olması.

Red Kamera Nedir ?

Görüntüyü günümüz teknolojisinde en iyi şekilde almaya yarayan Red Dijital Sinema Kameralarının ürünü Red One 'dır. Fiyat olarak oldukça pahalı olduğundan dolayı şu an içi Türkiye'de kullanımı kısıtlıdır. 120 fps ve 4096*2305 piksel ile yola çıkmıştır.

Film İstanbul'da geçiyor.Sürükleyici bir yapısı olduğunu fragmanından anlıyabiliyoruz. İçi para dolu bir çanta ve olayların bu konu üzerinde gelişmesi üzerine. Film Reha Erdem'in Kaç Para Kaç filminide anımsatır gibi oluyor. Oyuncular ise Ntare Mwine , Deniz Çakır , Ali Atay.

22 Ocak 2010 Cuma

Sil Baştan Başlamak Gerek Bazen Hayatı Sıfırlamak - Sil Baştan


Romantizm olan çoğu filmde bilimkurgu yer almaz ama Eternal Sunshine Spotless Of The Mind ' da romantizm ve bilim kurgu çok iyi bir şekilde harmanlanarak izleyiciye sunulmuş.

Bilim kurgu ve romantizmde ne alaka diyebilir çoğu izleyici fakat birbirini tamamlayan romantizm ve bilim kurgunun çok iyi bir yapıtı ortaya çıkarabilceğini bu filmde görüyoruz.

2004 yapımı olan filmde Jim Carrey ve Kate Winslet başrolleri paylaşıyorlar. Kate Winslet yani Clementine filmde her sahnede renkten renge giren saçlarıyla
oldukça ilgi topluyor ve tüm sempatikliğiyle izleyiciyi ekrana, özelliklede erkek izleyicileri ekrana bağlıyor. Joel rolundeki Jim Carrey ise ilk defa konusu
komedi olmayan bir filmde baş rol oynamasına rağmen bu rolü çok iyi üstlenmiş.

İzlemeyenlerin filmin konusu ne acaba dediğini duyar gibiyim.

Filmin konusu ; birbirine bir rastlantı sonucu aşık olan çiftin hikayesi buraya kadar herşey normal! Fakat belli bir zamandan sonra Clementine Joel'den
soğur ve onu aklından sildirir! Evet yanlış okumadınız. Aklından sildirir.
Şu anlık ütopik bir düşünce olsada bu keşke ilerde gerçek olsa. Clementine bir hastanedeymişcesine elektronik aygıtlara bağlanır ve Joe tamemen aklından çıkartılır. Olaylar bu yönde gelişir ve çift bir rastlantı sonucu tekrar bir araya gelirler fakat Clementine Joe'i sildirdiğinide hatırlamamaktadır.

Bazı haber bültenlerinde buna benzer haberler yer almış ve kötü anıların silinmesine yönelik hapların üretileceği söylenmişti. Ne kadar gecçeği yansıtırlar bilinmez ama bu filmin gerçeklerini yansıtacağına eminim.

Konumuzla alakası olmasada Şebnem Ferah'ın Sil Baştan adlı şarkısı ise bu filmin soundtrack'i olmayı aslında kesinlikte hakediyor.

21 Ocak 2010 Perşembe

Eşkiya!



Televizyonu zaplarken birden ne göreyim. Eşkiya! Trt - 1'de gösteriliyor.

Türkiye'nin gelmiş geçmiş en iyi 3 yapımı arasına girebilicek bir film olarak görüyorum. Aşk, ihanet, sadakat, umut, inanç ve daha birçok duyguyu aynı film
üzerinde işlemek büyük bir başarı. Şener Şen'in rolü ise mükemmel. Şener Şen olmazsa bu film belkide bu başarısına ulaşamayacaktı.

Hala izlemeyenler olduğunu sanmıyorum fakat her ihtimale karşı izlenmeden ölünmemesi gereken bir baş yapıt. Baran'ın Keje'ye olan inanılmaz aşkı. Keje'nin
öleceğini bilse bile yinede Baran'dan vazgeçmemesi. En yakın arkadaşı tarafından ihanete uğramış bir insan.

Anadolu'dan koca şehir İstanbul'a uzanan bir hikaye. İstanbul'un varoşlarından hayat hikayeleri.Hepsi Eşkiya'da tekrardan bir hatırlatalım dedik.

20 Ocak 2010 Çarşamba

Maecenas neque. Fusce iaculis odio a augue

denemee

Lorem ipsum dolor sit amet, consectetur adipiscing elit. Etiam justo. Quisque viverra consequat arcu. Cras odio risus, suscipit ac, eleifend sit amet, imperdiet vel, eros. Vestibulum at nunc. Lorem ipsum dolor sit amet, consectetur adipiscing elit. Cras bibendum, nulla nec lobortis dapibus, nunc tortor facilisis nulla, at elementum nisi risus et erat. Etiam erat. Curabitur at diam. Quisque eget odio. Aenean vulputate volutpat dolor. Vestibulum facilisis libero. Vestibulum sapien turpis, lacinia et, varius eget, rhoncus at, ipsum. Sed quis arcu. Vestibulum volutpat nulla ut est. Maecenas neque. Fusce iaculis odio a augue. Quisque placerat, felis et pellentesque lacinia, nulla dui bibendum nisl, vitae auctor sem tellus quis est. Donec tortor elit, interdum sed, vulputate a, fermentum non, orci. Lorem ipsum dolor sit amet, consectetur adipiscing elit.Donec sem. Integer hendrerit tortor. Duis orci mauris, fringilla a, tincidunt quis, elementum sit amet, nisl. Nunc eu diam. Nunc eu neque et leo commodo tempus. Vestibulum fermentum cursus libero. Sed vitae mi. Ut lacus turpis, tincidunt vel, gravida eu, facilisis sit amet, leo. Cras metus est, lacinia vitae, bibendum eu, placerat sit amet, velit. Lorem ipsum dolor sit amet, consectetur adipiscing elit. Proin sit amet ipsum ac enim vulputate fermentum. Nam fringilla, lorem ac condimentum interdum, tellus nunc fermentum leo, eget pharetra ligula neque in lorem. Ut rhoncus ante. Mauris ultricies urna vitae sapien. Fusce pellentesque interdum nisl.

SCULPTING IN TIME

Deneme Deneme Deneme Deneme Deneme Deneme Deneme Deneme Deneme Deneme Deneme Deneme Deneme Deneme Deneme Deneme


The director's task is to recreate life: its movement, its
contradictions, its dynamic and conflicts. It is his duty to reveal every
iota of the truth he has seen—even if not everyone finds that truth
acceptable. Of course an artist can lose his way; but even his mistakes
are interesting provided they are sincere, for they represent the
reality of his inner life, of the peregrinations and struggle into which
the external world has thrown him. (And does anyone ever possess
the whole truth?) All debate about what may or may not be shown
can only be a pedestrian and immoral attempt to distort the truth.
Dostoievsky said: They always say that art has to reflect life and all
that. But it's nonsense: the writer (poet) himself creates life such as it
has never quite been before him . . .'
The artist's inspiration comes into being somewhere in the
deepest recesses of his T. It cannot be dictated by external, business
considerations. It is bound to be related to his psyche and his
conscience; it springs from the totality of his world-view. If it is
anything less, then it is doomed from the outset to be artistically
void and sterile. It is perfectly possible to be a professional director
or a professional writer and not to be an artist: merely a sort of
executor of other people's ideas.
True artistic inspiration is always a torment for the artist, almost to
the point of endangering his life. Its realisation is tantamount to a
physical feat. That is the way it has always been, despite the popular
misconception that pretty well all we do is tell stories that are as old as
the world, appearing in front of the public like old grannies with
scarves on our heads and our knitting in our hands to tell them all
sorts of tales in order to keep them amused. The tale may be
entertaining or enthralling, but will do only one thing for the
audience: help them pass the time in idle chatter.
The artist has no right to an idea to which he is not socially
committed, or the realisation of which could involve a dichotomy
between his professional activity and the rest of his life. In our
personal lives we perform actions, as honourable or dishonourable
people. We accept that an honourable action may bring pressure
down on us, or even bring us into conflict with our milieu. Why are
we not prepared for the trouble that can ensue from our professional
activities? Why are we afraid of being called to task when we embark
188
on a film? Why do we start by taking out an insurance so that the
picture will be as innocuous as it is meaningless? Is it not because we
want to receive instant remuneration for our work in the form of cash
and comfort? One can only be staggered by the hubris of modern
artists if we compare them, say, to the humble builders of Chartres
Cathedral whose names arc not even known. The artist ought to be
distinguished by selfless devotion to duty; but we forgot about that a
long time ago.

Directing in the cinema is literally being able to 'separate light
from darkness and dry land from the waters'. The director's power is
such that it can create the illusion for him of being a kind of
demiurge; hence the grave temptations of his profession, which can
lead him very far in the wrong direction. Here we are faced with the
question of the tremendous responsibility, peculiar to cinema, and
almost capital in its implications, which the director has to bear.
His experience is conveyed to the audience graphically and
immediately, with photographic precision, so that the audience's
emotions become akin to those of a witness, if not actually of an
author.
I want to emphasise yet again that, with music, cinema is an art
which operates with reality. That is why I am so against structuralist
attempt to look at a frame as a sign of something else, the
meaning of which is summed up in the shot. The critical methods
of one phenomenon cannot be applied mechanically and indiscriminately
to another, yet that is what such an approach attempts.
Take a particle of music—it is dispassionate, free of ideology. So
too one cinema frame is always a particle of reality, bearing no idea;
only the film as a whole could be said to carry, in a definite sense,
an ideological version of reality. A word on the other hand is itself
an idea, a concept, to some extent an abstraction. A word cannot
be an empty sound.
In Tales of Sevastopol Lev Tolstoy describes the horrors of the
military hospital in realistic detail. However punctilious his account
of these fearful minutiae, however, it is still possible for the reader to
work on the stark, naturalistic pictures, to modify and adapt them
according to his own experience, wishes and views. A text is always
taken selectively by the reader, who relates it to the laws of his own
imagination.

Cinema is the one art form where the author can see himself as the
creator of an unconditional reality, quite literally of his own world.
In cinema man's innate drive to self-assertion finds one of its fullest
and most direct means of realisation. A film is an emotional reality,
and that is how the audience receives it—as a second reality.

19 Ocak 2010 Salı

Kosmos Ve Reha Erdem


46. Antalya Altın Portakal film festivalinde "Bornova Bornova" adlı film ile birlikte en iyi film ödülüne layık görülmüş film Kosmos.

Reha Erdem'in elinden nasıl bir film çıkmış hala daha merakla bekleniyor. Filmi izleyen sayılı kişiye göre; film ödülü fazlasıyla hakediyor ve çok başarılı.
Filmin önce Aralık ayında Türkiye'de gösterime gireceği açıklanmıştı fakat ani bir kararla filmin gösterimi ertelendi. Şuan içerisinde de hiç bir sinema salonunda gösterimde olmayan bir film.
Gerçi "Bornova Bornova" da çok az gösterimde kalmıştı. Reha Erdem'in Ntv'de katıldığı programda filmler gösterimde az duruyor ve ne olduğu anlaşılmadan sinema salonlarından çekiliyor. Aklımızda bir proje var ve kendi filmlerimiz için özel bir salon hazırlayacağız filmin gösterimi orda yer alıcak diyerekten sitemkar bir yorumu olmuştu. İzleyicinin bu tür kaliteli yapımlara ilgisinin olmaması üzücü bir durum.

Ayrıca Kosmos gelen haberlere göre Berlinale'de (berlin film festivali) gösterimde yer alıcak iki Türkiye yapım filmlerden birisi.

Filmin fragmanında bile buram buram özgün bir yapım kokusu, mistiklik ve etkileyicilik hissediliyor. Önümüzde ki günleri Kosmos için bekleyelim ve görelim.

Paranormal'e İnananlara "Paranormal Activity"

Yaklaşık olarak 15000 dolar bütçeyle çekilen bir film paranormal activity. Düşük bütçesine ve vasat oyunculuklara rağmen insanlara kendini izlettirmeyi başarıyor.Aslında oyunculukla ilgili birşeyde yok. Filmin senaryosu; gerçek bir olayı anlatıyoruz, elimizde bir amatör kamera var ve herşey gerçektir tarzında. Bir anlamResim Ekleda biri bizi gözetliyor (bbg) evi.Peki basit olmasına rağmen insanların bir çoğu bu filmden neden korkuyor ?
İzleyicinin bastırılmış korkuları olan ruhlar, cinler, dünya dışı varlıklar gibi kavramlar üzerinde durması bunda ki en büyük neden. Bastırılmış korkuları izlenim sırasında psikolojik olarak ortaya çıkartması filmin en büyük artısı.Tabi dünya dışı varlıklara, paranormal olaylara inanmayanların bu filmden zerre dahi korkması mümkün olmuyacaktır.

Günümüz Türkiye'sinde ise Paranormal activity'e benzer yapımlar olarak; Hasan Karacadağ'ın Dabbe, Dabbe 2, Semum ve Alper Mestçi'nin Musallat isimli filmleri aklımıza geliyor.

"Biz uyurken evde neler oluyor?" Sloganıyla yola çıkan ve pudralarla dünya dışı varlığa tuzak kurulan, gece yatağından hızla çekilen bir kız, bunları film yapmaya çalışan bir erkek arkadaş görmek istiyor ve "acaba ben evde uyurkende mi bişeyler oluyor" diyorsanız iyi seyirler.

15 Ocak 2010 Cuma

Recep İvedik Serisi Ve Diğerleri


Recep İvedik serisi 1(bir) ve 2(iki) olmak üzere Türkiye halkı tarafından yoğun ilgiyle karşılandı, güzel gişe hasılatı elde etti.Şimdiyse Recep İvedik 3 (üç) geliyor ve merakla bekleniyor.

Merakla beklenmesinin sebebine farklı iki yönden bakabiliriz.

- Onu eğlenceyle izleyip beğenicek kitle
- Onu sanatsal olmadığı için eleştiricek kitle

Bu iki kutubun çekişmeside bir anlamda film kadar sükse yapıyor. Gerçek anlamda senaryo açısından çok vasat bir film Recep İvedik. Tek bir karakter üzerine
yoğunlaşılmış ve o karakter üzerinden hareketle yola çıkılmış.

Sanatsal diye adlandırılan, iyi senaryoya sahip ve usta oyunculardan kurulu, anlatmak istedikleri Recep İvedik'ten çok ayrı olan, toplumsal mesaj içeren
bir sahnesinin çekimine defalarca çalışılan, çekilen sahnenin izleyicinin zihninde ne oluşturucağı defalarca düşünülen filmler neden Recep İvedik kadar
izlenme oranlarına sahip olmuyor? İzleyicinin beğenisini kazananlar neler ?


Bu sorularımıza cevap olarak verebileceğimiz ; insanların düşünmeyi, analiz etmeyi ve anlamak istemeyi sevmemesi. Bir David Lynch yapımı muhteşem ama karmaşık yapıdaki filmler, Haneke kadar ince mesajlar verebilen, Kubrick'in ki kadar özgün ve dizayn harikası , Alfred Hitchcock filmleri kadar sinemaya teknik açıdan katkı sağlamış, Türkiye'nin yönetmenleri içerisinde Nuri Bilge Ceylan'ın yaptığı gibi sessiz bir kare içerisine onlarca anlam yüklenmesi , Reha Erdem gibi toplum psikolojisinden yola çıkılmış filmler ve daha benzer birçok hareketin bu insanlara çok fazla gelmesi Recep İvedik gibi filmlerin izlenmesinde büyük rol oynuyor!

Bırakalım Recep İvedik rekorunu geliştirsin.Sinamada düşünmek,analiz etmek ve anlamak için, sinemanın bu yönünü severek çırpınan küçükte olsa bir kitle hala var !

13 Ocak 2010 Çarşamba

Tutunamayanlar Filmimi Geliyor ?




















Başarılı yönetmen Zeki Demirkubuz, 5. Kutsal kitap olarak addedilen"Tutunamayanlar" romanını beyaz perdeye aktarıcağı söylentileri geçtiğimiz günlerde medyada yer aldı.

Dram konusunda muhteşem filmlere imza atan Demirkubuz ile okuyanlarına aşırı psikolojik baskı hissettiren, dramatik bir anlatıma sahip Oğuz Atay'ın şaheseri Tutunamayanlar'ın muhteşem bir ikili oluşturacağı kesin gibi.

İki dramatik öğenin birleşimi seyirciyi düşündürürken aynı zamanda göz yaşlarına mı boğacak? Yoksa gericek mi?

Acaba ünlü yönetmen Selim Işık, Turgut Özben gibi karakterlerin seçimini nasıl yapıcak? Yada Selim Işık'ın Günseli'si rolünü kime vericek ? Şu ana kadar olduğu varsayılan projede Nejat İşler adının geçtiği bilinmekte.Böyle bir projede Zeki Demirkubuz'un oyuncu seçimlerinden, mekan düzenine, kostüm tasarımlarına kadar herşeyi çok ince eleyip sık dokuması gerekiyor.

Oğuz Atay'ın romanıda Oğuz Atay öldükten bir kaç yıl sonra değer kazanmıştı. Filmdede film çekildikten yıllar sonra gerçek değerini bulması gibi bir durum söz konusu olmaz umuluyor ki.

Kitabın hayranlarına göre bu kitabın filmi yapılamaz. Büyük cesaret isteyen bir adım olucaktır. Okuyucularının kalbinde taht kurmuş ve adeta duygusal bir bağ bulunan bir roman Tutunamayanlar.

Kimileri Selim Işık'ı kendinde bulur o kitapta, kimileri Turgut Özben, Günseli olurlar. Tutunamayanlar çıkar o sayfaların içerisinden. Bir Tutunamayandan diğer bir Tutunamayana. Bunalım içinde geçen bir hayatın nasıl intihara gittiği, bu hayatın ne kadarda zor, acımasız olduğu ve tutunamayanlar yarattığı anlatılıcak olan filmde. O büyülü satırların beyaz perdeye nasıl aktarılacağı ve o duyguyu verip veremeyeceği büyük merak konusu. Doğru kişiler ve tekniklerle çalışılması durumunda Türk sinema tarihine bir kırk elli yıl sonra bile konuşulucak olan efsane film geliyor diyebiliriz.


Tutunamayanlar - Selim Işık
"Nasıl yaşadım on yıl bu evde?Bir gün duvara bir resim asmak gelmedi mi içimden?Kimse de uyarmadı beni.İşte sonunda anlamsız biri oldum.İşte sonum geldi.Kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım;kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım."

12 Ocak 2010 Salı

Michael Haneke


Sinemayı bir eğlenme alanı değil; düşünme, kafa yorma ve seyircinin de dahil olması gereken aktif ve organik bir sanat dalı olarak gören yönetmen..seçtiği konular çoğunlukla burjuvaziye eleştirel bir tavır alır gibi durur ve fakat o'nun asıl ustalığı filmlerindeki o buhranlı tempoyu daima diri tutmasında ve final sahnelerinin eşsiz sihrindedir..tarantino'nun süslü şiddet sahnelerini haneke, daha olağan ve hayattan gibi gösterir..öykülerin temelinde hep bir 'parçalanma' olgusu yatar..örneğin "7. kıta" filminde, sıradan bir burjuva ailesinin hayatını izlerken, bir anda o ailenin içinde bulunduğu bu 'mutlu' hayattan kurtuluşuna ve çöküşe doğru sürüklenmesine tanık oluruz.."funny games" filminde de yine sıradan bir aileyi anlatacağını düşünürüz ilk dakikalarda..ve fakat sonunda yine görkemli bir parçalanmanın yaşanacağını da bazı işaretlerden rahatlıkla anlayabiliriz..tatilden dönen bir ailenin arabalarının içindeki konuşmalarıyla başlar film..cd'den gayet huzur verici melodili klasik müzik çalarken izleyiciyi büyülenir ama aniden İskandinav death metal ara ara duyucağımız sert bir şarkı işte o işaretlerden birini gösterir..ayrıca bu filmin ilk dakikalarında sandalda görünen bıçak, hollywood klişelerine güzel bir göndermedir..bilindiği gibi, özellikle amerikan korku/gerilim filmlerinde, başlarda görünen ve üzerinde durulmayan cisimler filmin finaline gelindikçe birer ölüm aracına dönüşürler..bu filmde de, mutlu aile tablosuna bakarken henüz biz, sandalda yuvarlanan bir bıçak görünür..ama o dakikalarda normalüstü bir durumla karşı karşıya kalınmadığı için bu bıçağın kullanılacağı o vahşet dolu sahnelerin gelmesi beklenir, yani bu da bir işaret(?)tir..sonunda iki katil, anneyi sandala koyar elleri kolları bağlı bir biçimde..anne, kurtulmaya çalışırken sandaldaki bıçağı görür ve ona uzanmaya koyulur..tam bıçağı alıp kurtulacakken, ya da biz öyle umarken,haneke bize öyle ummamızı sağlarken, katillerden biri bıçağı fark eder, elinde şöyle bir tartar, üzerinde durmadan bıçağı denize atar...haneke'nin istediği tam da budur yani; izleyiciyi şoka uğratmak, o masumane hayallerini yıkmak.."michael haneke sineması"nı kabul etmekten başka çaremiz yok.
Onun farklı bakış açısına ve izleyiciyi rahatsız etmek istiyorum diyerek üzerinde büyük psikolojik baskılar kuran filmlerine alışmamız gerekiyor.

11 Ocak 2010 Pazartesi

Mavi Kadife'ye Kayıtsız Kalınmamalı


Mavi gibi sıcak ve kadife gibi göz alıcı bir dünyanın kapıları ardına kadar aralanıyor, yıldızlar altında ki gözyaşları arasında. Gökyüzünkinden daha mavi ve gözlerin derin maviliğinden daha da anlamlı bir film şekilleniyor, akılda yer ediniyordu. Büyüleyen bir ses ile ve insanın içini ısıtan tonu ile , “ blue velvet” in mısralarında.Kırmızı gülleri ve sarı çiçekleri karşılıyor, mavinin kadife yollarında bizleri. Kulağımızda, bir yandan şiir gibi bir şarkı yankılanıyor, biraz hüzünlü ve biraz buğulu iz bırakıyordu gözlerimizin derinliklerine. Huzurlu bir yaşam seriliyor önümüzde. Mutlu bir kent yaşamı ve güzelliklerin yer edindiği ilk girişiyle “lynch” , seyirciği koltuğunda rahatlatıyor ve de kulaklara dolan müzik eşliğinde kendinden geçmesini sağlıyor.

Bu, ilerleyen dakikalarda yerini, mutsuzluğa ve çaresizliğe bırakarak bir tezat oluşturuyor.Aniden karşımızda bir kulak beliriyor. Ve işte, bu “ lynch”nin filmi dedirten, aklımızda soru işaretleri belirmesine neden oluyor. Başlıyor buradan, şüphe tohumları serpilmeye içimize ve gözlerinde gerçeğin izini süren bir genç beliriyor, dedektifin önünde. “ jeffrey” buluyor kendini, bulmaca misali bir giz yumağının içinde. Tek bir amacı var o da, aramak kulağın sahibini her yerde. Yolu, bir şarkıcının huzuruna çıkartıyor onu, gecenin mavi sessizliğinde ve şahidi oluyor deliliğin yanık rengine. Gözlerinde nefret ve dilinde öfkeyle, mavi kadifeden bir bez parçası tutan “ frank” beliriyor, odanın içinde. Kıvranıyor kadın umutsuz, dalgalı saçlarında ve yalvaran bakışlarından süzülüyor, mavi göz yaşları. Tıpkı şarkıdaki gibi, gökyüzünden daha mavi ve yıldızların ışığından daha parla bir dünya istiyor ama ellerinin arasından kayıyor, göz kapaklarından süzülen yaşlar gibi umudu. “ frank”in kollarında buluyor şiddeti ve mutsuzluğu.gerçeği kaplayan, sisli görünüşün ardındaki gökyüzü beliriyor, “ dorothy”nin kırılgan bakışlarından süzülen ve sesiyle kaynaşarak, bizi büyüleyen maviliğin arasından . Ve yaklaştıkça film gerçeğe, izi sürülen, karanlığın derinliklerinden çıkıyor gün yüzüne, öyle sert ve bir o kadar da delice. Kuşkular artık sonlanıyor, beraberinde sonlanan hayatlarla birlikte.


Yaşanan acılar, özlem dolu kucaklaşmayla son buluyor. Kırmızıdan güller ve sarı çiçekler beliriyor, aynı güzellikteki “ blue velvet”in eşliğinde ve içimizde yeşeren sevgiyle gözlerimizden süzülüyor, bizi ısıtan dokumuşunda ve göz kamaştıran alıcılığıyla, “ mavi kadife “.“ david lynch”nin bu, izleyiciyi saran ve onu hüzünlendiren filminde, olaylar hiç beklenmedik bir biçimde gelişmekte. Başlardaki dram yüklü sahneler, ilerleyen karelerde yerini tutku ve gerilime terk etmekte. “ lynch” bu filminde, iler ki filmlerine alıştırma yapar mahiyette, soyut bir anlatımın ilk haberini vermek niyetiyle, aralara serpiştirdiği ve rüya ile gerçeklik arasında izleyiciyi şaşırtan yansımalar kullanmayı tercih etmekte. Filmi kaplayan karanlık atmosfer, “ film noir” tarzını ustalıkla içeriyor. Öznesine aldığı “ kesik bir kulaktan “ hareketle gelişen ve gittikçe filmin bütününe yayılan karmaşık ve bir o kadarda, ölümcül dokunuşlarla izleyiciyi sersemleten film, gerek kurgulanışıyla ve gerekse de senaryosundaki bütünlükle sağlam bir yapıya bürünerek etkinlik kazanıyor. Oyunculuklardaki tutarlılık, özellikle “ dennis hopper “ ın hayat verdiği psikopat “ frank” tiplemesinde bizi bir hayli tatmin ediyor. sönüyor ışığı yıldızın , kayıp giderken gözlerinin içine, ansızın kaldırıyor kollarını, yakalamak istercesine o anı ama kırmızı dudaktan dökülen sözcüklerin yası, dokunamadan solduruyor derinlere kazınmış kalbinin atışını ve bizlere yaşatıyor “ david lynch”, “ blue velvet “ in sıcak ve göz kamaştırıcı alıcılığını.

Bu sıcaklığı yaşamak için “ blue velvet “ e kayıtsız kalınmamalı.




"Kader" de Bunlar Varmış

Zeki Demirkubuz'un en iyi filmi olarak gördüğüm "Kader".

1996 yapım ve ödüle doymayan "Masumiyet" filminin devamı olan ve aynı senaryodan yola çıkılarak anlatılan bir film Kader.

Kader'de neler yok ki!

Orta halli ve mutlu bir yaşam sürmek varken ızdırap dolu bir aşkın peşinden sonsuz uçurumlara atlamak nedir! Bekir'in öğrettiği.

İmkansız bir aşkın peşinden onu görmeyecek,hissetmeyecek olsanda demir parmaklıklar ardındakine inanılmaz bağlılığı anlatan! Uğur.

Bekir cezaevinde sevgilisi bulunan Uğur'a vurulur. Uğur cezaevinde ki sevgilisi Zagor nereye gönderilirse o şehir senin bu şehir benim gitmektedir, tabi Uğur'un arkasındanda Bekir.

Demirkubuz'un filmde en iyi yaptığı; Vildan Atasever'i Uğur rolüne oturtmuş olmasıdır. Vildan Atasever'inde kusursuz oyunculuğunu tebrik
etmek gerekli. Asi, gururlu, kendinden emin bir rolü ondan daha iyi oynayacak bir başkası zor bulunurdu.

Hayatın gerçeklerini ve hayatın gerçekleri içerisinde acı yönlere baskı yapılarak işlenmiş bir film kader.

Aşkın insanları nasıl değiştirebileceği.
Yoksulluk, hastalık, çaresizlik üçgeninde ki yaşamların varolduğu.
Pisi pisine bazı hayatların ölüm veya demir parmaklık yollarından birine saptığı.
Vazgeçmemenin durdurulmazlığı.

Demirkubuz'un filmlerinde hayali kahramanlar yoktur,herkes gercektir ve bu gerceklikle dramın dibine vurulur. Çoğu insanın uç noktası yoktur ama herkes bir anlamda sıradandır aslında. O da, sıradan insanları, herkeste olmayan uç noktaları ve olaylarıyla ele alır.

Kader'de bunlardan biri.

10 Ocak 2010 Pazar

Tükenmeyen Kültür; OTOSTOP hakkında !


Ücretsiz yolculuk etmek, bir yerden bire yere beleş gitmek gibi bir tanımlamaya sahiptir otostop.
Genelde öğrencilerin yol parasından kısarak bu kıstığı parayı alkol, sigara ve eğlenceye aktarmasını sağlar otostop. Otostopta nasıl biriyle karşılaşacağınız,ne tür bir tepkiye maruz kalıcağınız tam bir soru işaretidir. Biraz maceraperestlik, biraz eğlencedir otostop aslında.
Kimi zaman otostop konusunda zirve yapmış, işin piri olmuş kişiler "klimalı araba gelsin ona otostop çekeyim", "bu eski rahat edilmez" gibi söylemlerde bilebulunabilmektedirler. Otostopta kimileri rahat yolculuk etmek için seçici olur, kimileri ise sadece varmak istediği yere en kısa sürede gitmek isteyerektraktör,kamyon,motosiklete bile otostop çekmektedir.

Otostopa alan insanların yüzdelikleri şu şekilde verilmiştir. (veriler bilimsel değil tecrübelere dayanmaktadır) =)


Alan insanların % 50 si siyasi yönden aşırı sol veya sağ olarak adlandırılabilir.
Bu durumda araç şöförüne (varsa içindeki diğer kişilere) bir göz atılır ve hemen bir kanıya varılmalıdır. Solcu olduğunu sezdiğiniz anda merhaba, selam gibibir kelimeyle giriş yapabilirsiniz. Yok eğer sağcı olarak analiz ettiyseniz selamun aleyküm gibi bir giriş yapmanız daha doğru olucaktır karşı tarafa ilk ondanmış gibi bir izlenimi bırakmanız açısından. Zaten bu %50 lik kısım hemen siyaset , toplumsal olaylardan konu açmaya çalışacaktır. Büyük ihtimallede kahve siyaseti yapıcaktırlar. Korkmayınız sizden çok daha az şey biliyor =) Siz duruma göre araç sahibine hak verir ve onaylarmış gibi davranmanız halinizdesizden iyisi yoktur o an için. Ters bir görüş bildirmeniz halinde kişinin size kıl olması durumunda araçtan indirilebilirsiniz.
%30 ' luk kısım ise muhabbet, geyik severgillerdir. Bu kişiler gülmek,güldürülmek,yeni insanları tanımaktan hoşlanırlar. Kamyon,tır şöförleri pazarlamacılarbu grubun önemli bir kısmını oluşturabilir. Devamlı araç üstünde olduklarından dolayı muhabbet ve eğlence aramaktadırlar, bir değişiklik olarak. Bu kişilerekarşı oldugunuz gibi olmalı ve her konuda kafanızdan geçenleri aktarmanız yolculuğun güzel geçmesi iyi olucaktır.
% 10 'luk kısım çıkarcıgillerdir. Bunlar ben bu kişiye yardım edeyim ilerde olurda karşılaşırız oda bana bir yardımcı olur diyen kesimdir. Bir erkeksenizve yanınızda bir yada daha fazla kız varsa çıkarcıgillerin yüzdelik dilimi artabilir. Ne tarafa gidiyorsun sorusundan sonra, oraya gelirsem beni misafir edersin artık. Bir kaç manita ayarlarsın gibisinden bir muhabbete doğru yol alabilir.
% 10 luk ve son kısım ise canı sıkkın, öylesine aldımcılardır. Kafasına esmiştir ve almıştır bir nedeni yoktur. Sadece anlık bir harekettir onlarınkisi.

Başka bir nokta ise otostopta güvenlik. Dediğimiz gibi nasıl ve kimlerle karşılaşacağımız belli değildir. Bu yüzdelik dilimlerin içinde hırsızıda çıkabilir,ruh hastasıda. Araç durdugunda ilk bakışta kişiden şüphelenirsek eğer binmeme gibi bir şansımızı kullanıp " ben oraya gitmiyorum" gibi bir yalandaatabiliriz. Sarhoşa mı denk geldik ? Çok tehlikeli araç kullanana mı ? Bu gibi durumlarda uygun bir yalan bulup hemen inmek en doğrusu olucaktır.
Unutmadan! Otostop en iyi tek kişi olarak çekilir. Bayansanız tek tehlikedir. Sizin karşı taraftan şüpheleriniz olduğu gibi karşı tarafında sizden şüphelerivardır. Bir zamandan sonra otostop çekmek ilk başta bir fobiyken alıştıktan sonra hobiye dönüşebilir aman dikkat, tabi tedbiri elden bırakmamak kaydıyla.

Popüler Kültürün İlgilendikleri Ve İlgilenmedikleri

Bu sıralar popüler kültürcüler tarafından Ramiz dayı olarak ünlenen değerli oyuncu Tuncel Kurtiz'den söz ediceğiz.
Ezel dizisiyle herkesin ağzında sakız olan 1936 doğumlu Tuncel Kurtiz bu diziden öncede bir çok değerli yapımda yer aldı. Fakat her ne olduysa Ezel dizisindeki rolünden dolayı insanların dillerinde bir Ramiz dayı klişesi olarak yer edindi.
Bütün internet sitelerindeRamiz dayı sözleri, Ramiz dayıdan öğütler birden bire halkın benliğine işlemiş oldu. Türkiye olarak ne kadarda çok Ramiz dayıya ihtiyacımız varmış!
Ramiz dayı sözleri,öğütleri dediysekte aslında "ışıklar sönmesin loooo, ışıklar sönmesin" lafının yanında devede kulak olarak bile kalmayacak sözler bunlar.1996 yapım Işıklar Sönmesin adlı yapıttan bahsediyorum.Işıklar Sönmesin filminde ki Tuncel Kurtiz'i hatırlayan varmı acaba, Ramiz dayıcı kitleden. Yada o filmi izleyeniniz?
Ülkenin toplumsal olaylarına bu kadar uzak kalmayı tercih eden ve Tuncel Kurtiz'i , Ramiz dayı olarak tanıyan kitleye bu soruyu sormamız anlamsız.Ülkenin toplumsal olaylarıda, yaşanılan toprakta, bu toprak üzerinde yaşayan halklarda belli ki o kitlenin ilgi alanına girmemekte.
Entrika dolu diziler, aşklar , kabadayılıklar, ucuz kahramanlıklar o kitlenin ilgi alanı.


"ışıklar sönmesin looo" diyen birileri vardı. Hatırlayanınız ?

Nefes ve Anti-Militarizm


Yönetmenliğini Levent Semerci' nin yaptığı ve ilk uzun metraj filmi olan Nefes - Vatan Sağolsun Türkiye'de büyük bir gişe hasılatı elde etti.
Filme baktığımızda; izleyiciyi etkileyen diyaloglarla kurulu, komutanla dikkatleri üzerine çeken bir giriş yapılmış. Sert ama bir o kadar yufka yüreklibir komutan izlenimi verilmiş. Daha sonra ise askerlerin saçlarını kestirme sahnesi ekrana geliyor.
Bu sahneler bir yerden tanıdık! Efsanevi yönetmen Stanley Kubrick'in Full Metal Jacket filmine benzerliğiyle dikkat çekiyor Nefes. Bazı sahnelerden sonra iseFull Metal Jacket'in karlı ve dağlık bir alanda çekilse nasıl olurmuş sorusuna, aynen böyle olurdu yanıtını veriyorum kendi kendime.
Nefeste bazı olaylar biraz daha yüzeysel olarak geçiyor ve tam anlamıyla filme çeşitli sahnelerde odaklanılamıyor. Tüm bu eleştirilere Türkiye standartlarınagöre güzel bir film olduğunu söylemeden geçmemiz olmaz.
İki filmde anti-militarist olarak adlandırılıyor.
Anti militarist olmak filmin gelirlerinin bir bölümünü TSK'ya bağışlamak mı demek oluyor ? Çeşitli ortamlarda konuşuldu "filmin korsanı çıkmasın", "herkesgidip izlesin" gelirler TSK ' ya gidicek denildiği için. Bu halkın milliyetçi damarlarını ve TSK sevgisini kullanmak demek değilmidir?
Başaramadınız!
Anti-militarist olarak adlandırılan bir film çekmiş olabilirsiniz (tam anlamıyla anti-militaristlikte işlenememiş) fakat dünyada ki savaşların şu sıralar milliyet savaşı olduğunu bilmeniz gerekir ve halkın milliyetçi duygularını kullanmamanız gerekirdi.
Filmin gelirini TSK'ya değil. Eğitime,açlığa,yoksulluğa bağışlamanız gerekirdi ki anti-militarist hedefine ulaşsın!